20 Eylül 2013 Cuma

BİRİ TÜRK DÜŞÜNCE TARİHİ Mİ DEDİ ?


Türk düşünce tarihi, ne kadar doğru ifade edilebilir?
Cümlenin içindeki kelimelerin anlamları üzerine biraz düşünürsek, sorunun cevabına sağlıklı bir şekilde varabiliriz. Öncelikle günümüzdeki Türk (Türkiye’li Türk) kelimesinin kökenini  ve daha önemlisi neyi ifade ettiğini  biraz incelemeliyiz. Sonrasında tarih ve “düşünce tarihi” kavramlarını bu çalışmaya ışık tutacak kadarıyla irdelemeli ve en sonunda da muhakkak ki “Doğru” kelimesine hakettiği manayı vermeliyiz.
Sondan başlamak gerekirse, “Doğru” kelimesi asla iyi ya da kötü demek değildir. Doğru : Bir fikrin anlamınının, o fikri doğuran nesneye denk gelmesidir, yani mümkün olan en sağlıklı ifade ediştir. Elbetteki hiç bir fikir mantıksal olarak kendisini doğuran nesneye denk gelemez, fikirle nesne arasında bir eşitlik sözkonusu değildir, (Mantık biliminin, modern temsilcisi olarak gördüğüm bilgisayar programcılığındaki, değişkene değer atama yöntemi tam olarak bu duruma denk gelmektedir. Bir değişkene değer atadığınızda, o değişken sadece o değerin taşıyıcısıdır, eşiti değil, bu doğrultuda kelimeler de onlara yüklediğimiz anlamın taşıyıcısıdır eşiti değil) varabileceği nokta Spinozacı doğruluk teoriminde olduğu gibi “UPUYGUNLUK” olabilir. Türk düşünce tarihi üzerine doğru bir inceleme yapılabilmesi için, yani upuygun olabilmesi için, fikri doğuran nesnenin en geniş analizinin yapılması zaruridir. Nesne(Türk düşünce tarihi), ne kadar geniş algılanabilirse, nesneye denk gelen doğru da o ölçüde upuygun olacaktır.
Nesneye yönelik programcılığı anlatırken sıkça kullandığımız, televizyon kumanda örneği, buradaki nesne ve onu ifade eden “doğru” içinde ideal bir model olacaktır. Bir televizyonun doğru kumandası onu en ideal şekilde yöneten kumandadır. X marka televizyonda Y marka televizyonun kumandasını kullanmak yanlıştır. Ses yükselme tuşuna bastığınızda kanal değişir vb.. , ya da hiç bir işlem olmaz, hatta tesadüfen bazı tuşlar ortak da olabilir. İşte yanlış,uygun,UPUYGUN ve doğru kavramları bu şekilde algılanmalıdır. Bir televizyona doğru kumandayı üretebilmek için de televizyonun özlüklerini mümkün olduğunca fazla (yeteri kadar)  tanımak gerekmektedir.
Doğru kelimesine hakettiği anlamı verdikten sonra Tarih ve düşünce tarihi kavramlarını inceleyebiliriz.
Tarih kavramı, andan önceyi kapsamaktadır. Yani an, her an tarih olmaktadır.  Zaman nasıl geleceğe sonsuz gitmekteyse aynı ölçüde geçmişe de sonsuz ilerlemektedir ve an ve an sonsuza gelecekten, sonsuz geçmişe yeni değerler katılmaktadır. Tözün çıkış noktası da (en-geçmişi) algı olarak sonsuzdur. Bu anlamda geleceğe nasıl bakıyorsak geçmişe de bu doğrultuda bakmamızda fayda vardır.
İnsan yaşamındaki  zaman kavramından, ulusların tarihi anlayışına gidiş, bize tarihi anlamada faydalı bir analojik (andırış) yöntem olacaktır (insan ve ulus arasındaki bağıntıyı bir tüme varım ya da tümden gelim değil tam anlamıyla analoji olarak görmek gerekmektedir) . İnsan geleceğini kronolojik olarak bir değer skalasına yerleştirmez, yani 35 yaşındaki bir insan, 40 yaşını, 50 yaşından yeğ tutmaz, an içindeki varlığını koşullandırırıken belirli bir zamanı hedef gütmez tüm geleceğini aynı değerde görür(görmelidir de), zaten bunu bilinçli de yapmaz.Burada perspektif yasasından kaynaklı olarak yakın gelecek önemli, uzak gelecek önemsiz daha yerinde ifadeyle, yakın gelecek büyük, uzak gelecek küçük görünebilir, ancak bu sadece görünümdür,değer farklılığı yoktur. Aynı şekilde geçmişinin de önem sırası yoktur. 20 yaşında yaşadığı bir olayın an içindeki varlığına etkisi ile 10 yaşında yaşadığı olayın etkisiyle karşılaştırılamaz ? Geçmişte belleğimize yansıyan tüm düşünceler bugünkü düşüncemizin oluşmasının sebepleridirler ve aralarında bir kronolojiden kaynaklı önem sırası yoktur. (Freudçu nedensellik ilkesiyle karıştırılmamalıdır, bir olayın diğerinin nedeni olması (ya da tem tersi) onu değerli kılmaz)  Sonuç olarak “Elma ile armut karşılaştırılamaz”. Hele bir de önemin, zamansal bir mefhum olduğu düşünüldüğünde, yani önemliliğe değerini verenin, anın koşulları olduğu düşünüldüğünde, zaten önemliliğinde mantıken değişken olduğu bilinir. Ulusların tarihine de bu gözle bakılmalıdır. Geçmişte yaşanan olayların kronolojik sırası, onların önem sıralaması değildir ve biz bu kronolojide en üst noktada bulunarak, en önemli yere kurulmuş olmayız.  Nietzsche’nin de dediği gibi “Biz tarih sahnesinde sofraya en son oturan misafiriz, en güzel yere değil, bulduğumuz yere oturmak zorundayız”. En son gelmiş olmamız bizim anımızı tarihin diğer anlarından üstün ya da aşağıda tutmaz, bu noktada edimlerimizin de en üstün edimler olduğunu çıkarımsamamalıyız. Tarihsel olaylar, nedensellik ilkesiyle açıklanabilmekle birlikte asla bir doğrusallık yoktur. Tüm bu bilginin ışığında düşünce tarihini bir yekün olarak incelenmek, kronolojik incelemeden çok daha uygun düşmektedir.  Örneklemek gerekirse Aristo’nun felsefesinin, kendisinden 1000 yıl sonra gelen X düşünürün felsefesinden daha değerli ya da daha değersiz olduğu söylenemez. Elbette X düşünürü elinde arguman olarak Aristo’nun düşüncelerini de bulundurma lüksüne sahiptir, üstünlüğü bununla sınırlıdır, ötesinde bir değer verilemez, kaldı ki tüm düşünürlerin elinde temel felsefe mazlemesi olan BİÇİM olarak VARLIK zaten  eşit olarak bulunmaktadır.
Ancak bizlere öğretilmiş olan tarih algısı nedeniyle sıkça önem sıralaması hatasına düşmekteyiz, bu yanılgı bilinçli değil tamamen algısaldır ve tam da bu nedenle aşılması çok güçtür. Türk düşünce tarihinde bu öğretilmişliği aşan bir yer vardır,“ATASÖZLERİ”. Atasözleri kronolojik olarak birbirleriyle karşılaştırılamayan, hatta bazen aralarında 1000 den daha fazla yılın olduğu metaforlardır. Ve teoloji(dinbilim) dışındaki, Türk’lerin felsefik geçmişini en iyi şekilde yansıtmaktadırlar(belki de yegane).

Son olarak Türkiye’li Türk kavramını derinlemesine incelemekte fayda vardır. Türkiye’li Türk ifadesi asla sadece bir ırkı değil (aba sonucunda elbette bir ırkı da), bir çok etnisiteden etkileşimi, bir yolucuğu, bir göçebeliği, bir yerleşik kültürle karşılaşmayı, koskoca bir tarihi yansıtmaktadır. Türk kelimesi sadece bir kelimedir, ötesi olamaz. Altında taşıdığı anlamda asla değer ya da değersizlik olmamalıdır. Bu incelemede kullanılacak olan Türk kelimesi yerine “HEBELEB” de kullanılabilirdi, kelimenin sizi rahatsız ettiği noktada, kelimeyi “HEBELEB” olarak okumanızı tavsiye ederim,yeter ki sizin için 2013 yılında bu coğrafyada yaşayan insanları vareden kültürü temsil etsin.  
Türkiyeli Türk, içinde orta asyadan anadoluya yolcuğu, bu yolculuk sırasında karşılaşılan kültürlerin kattıklarını, Arabistan yarımadasından anadoluya yolcuğu, bu yolculuğu kattığı çok kültürlülüğü, Kürdistan’daki yerleşik feodal hayat kültürünü, Hamurabiyi, parayı icad eden Lidyalılar’ı, bir kadın uğruna savaşlar başlatan arzulu Yunanlar’ı, şarabın güzelliğini, zeytin ağacının gölgesini, hamsinin kıvraklığını, Yahudi ticaret ve cemaat kültürünü, tulumun o coşkulu sesini,Rum Pontus’u,Lazika’yı,Hristiyanlığı,İslamiyet’i   kısacası Anadolu’yu meydana getiren tüm kültürlerin birleşimini yansıtmaktadır benim için. Çünkü bu inceleme Türk Felesefe tarihini, Atasözleriyle anlatmak üzerine hazırlanmıştır. Atalarımız ve sözleri  de yukarıda saydığım tüm unsurları birbiriyle eşit (niceliksel değil niteliksel) bir şekilde barındırmaktadır. En kestirmeden anlatmak gerekirse, “Boynuzlu” kelimesini örnek alalım. Kökeni Hamurabi kanunlarından gelmektedir. Hamurabi kanunlarından önce Hititler’de kocasını aldatan kadın, ölümle cezalandırılmaktaydı. Hamurabinin bunu dikkate alarak hazırlamakta olduğu kanuna eklemesi gerekiyordu, ancak biraz yumuşatmak istedi. Ve kanun şöyle belirlendi: “Kadın kocasını aldatırsa, yaşam hakkı kocasına verilecek, kocası isterse ölmesini, isterse yaşamasını sağlayabilecektir”.  Ancak aldatan eşi affetmenin de elbet bir karşılığı olmalıdır, erkek eşini affeder ve yaşama hakkı verirse, hayatının sonuna kadar başında iki adet yapay boynuzla gezmek zorundaydı. Kadınsa başına siyah bir bez sarmalıydı ki herkes ne mene insanlar olduklarını bilsin. Bu yüzden, biz Türkler’de eşi(karısı) tarafından aldatılan  ve bu aldatılmayı mazur gören kimseye “Boynuzlu” , eşini(kocasını) aldatma edimine de “alnına kara çalma” denir. İşte bu incelemedeki Türk kelimesinin anlamı da tam olarak budur, yani Hamurabidir,yani Hititler’dir bir yanıyla. Bu örnekten yola çıkarak, yukarıda bahsettiğim “düşüncelerin kronolojik sıralamasının bir önemi yoktur” önermesini hatalı olduğu sonucuna asla varılmamalıdır. Yaşanan olayın 3700 yıl önce yaşanmış olması ve bu geleneğin o zamanın şartlarına göre değerlendirilmesi gerektiği doğrudur, ancak zamanın şartlarının oluşturduğu düşünce bugünde varlığını sürdürüyorsa bu “BOYNUZLU” kavramının diğer anlamıyla eşlerin sadakat zorunluluğunun, Türk kültüründeki yerinin, zamanlar üstü (şu an için) bir değeri olduğunu gösterir ve tam da önermenin doğruluğunun ıspatı niteliğindedir.
Son olarak belirtmekte fayda görüyorum, Türk tanımım geleneksel görüşteki gibi , Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür şeklinde değildir, Kendisini Türk hisseden herkes ne kadar Türk ise kendisini Türk hissetmeyen de o kadar Türk değildir.

ATASÖZLER’imizin resmi kurumların bizlere verdiğinden çok daha büyük manalar taşıdığını görmek sanırım hiç zor olmasa gerek. Bu çalışmayı hazırlama fikrinin ortaya çıkmasının sebebi olan “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” metaforunun anlamına TDK  atasözleri sözlüğünden baktığımda “küçük de olsa bazı belirtiler büyük olaylara işarettir”  karşılığını gördüm, oysa ki daha sonra ayrıntısıyla da anlatılacağı gibi bu söz, içinde, Descartes’ın “Beden ruh ayrımı” Kant’ın “Gnoseoloji” teoremlerini açık bir şekilde işaret etmektedir. Asla tek bir cümlelik açıklamayla geçiştirilemez. Mesela “El elden üstündür” sözünü derinlemesine irdelediğimizde, bizi Alman idealizminin en uçsuz bataklığına kadar sürükler ve de orada bizi batmaktan kurtaracak bir dal parçası bile vermez.
İşte Türk Düşünce tarihi, yani sıkça kullanıldığı adıyla, alfebetik sırasıyla ATASÖZLERİ Sözlüğü.
1.       Aba altında er yatar   
Sözlük anlamı: Giyim kuşam kişiliğe ölçü olamaz.
Fenomenolojinin(görüngü bilim) çıkış noktasıdır bu metafor. Giysiler’i giyen bir insandır, yani görünüm ve varlık birbileriyle ilişkili ama yine de birbirlerinden farklıdırlar. Bir görünüm, temsil ettiği varlığı ifade etmeye çalışır,ama asla tam bir ifade ediş olamaz. Her insanın giyim tarzı o kişinin varlığını bir şekilde ifade ediş biçimidir, ancak bu ifade edişte kesinlikle bir öznellik sözkonudurur. Yani kırmızı mini bir elbise Ayşe’de farklı bir duygunun ifadesiyken, Fatma da bambaşka bir duyguya denk gelebilmektedir. Bu nedenle giyinik bir insanı,giysisinden yola çıkarak anlamaya çalışmak bizi o insana direkt olarak götüremez. Daha ziyade, görünümün bize verdiği, varlığa varmamızda sadece bir araç olabilir, bu aracın kullanım kılavuzu ise abanın altında yatan erdir.  Günümüz tesktil sektörünün “moda” adı altında insanları tektipleştirmeye ve belirli dönemlerde her insana aynı görünümü (aba) vermeye çalışmasının, bu metaforla birlikte yorumlandığında ne kadar da manasız ve bir o kadar da özyıkıcı olduğu anlaşılmaktadır.
Biri Heidegger mi dedi ?



2.       Abanın kadri yağmurda bilinir
Sözlük anlamı: Bir nesnenin gerçek değeri, ona gereksinim duyulduğunda anlaşılır.
Nesneler değerlerini sağladıkları faydayla bulurlar, tam bir pragmatizmdir (faydacılık) bu ilk anda. Varlıkların değeri, ilişkide bulunduğu varlığın gözündeki faydası ölçüsünde vardır. Sonuçta işlev, varlığın yegane sebebi olarak algılanır. Ancak çok önemli bir nüans var, söz “abanın değeri yağmurda oluşur” değil, “yağmurda bilinir”!  Bu durumda , sözün altında yatan alt anlamsa tüm bunların eksik bir yaklaşım olduğu, her nesnenin aslında varlığından dolayı zaten bir değer taşıdığını, varlığı işlevli hale getirenin koşullar olduğunu anlatır.  Netice itibarıyla tüm varlıklar potansiyel olarak değerlidir ve bu değerlerin ölçütü onu işlevli hale getirecek koşullardır. Koşulların bilinmez değişkenler olduğu göz önüne alınırsa aslında varlıkların varoluşları anlamında bir değer farklılığı yoktur, her varlık bir diğerinden daha önemli olma potansiyeli taşımaktadır.
Biri Spinoza mı dedi ?
3.       Abdal ata binince bey oldum sanır, şalgam aşa girince yağ oldum sanır
Sözlük anlamı: Görmemiş bir kimse rastlantı sonucunda layık olmadığı bir duruma kavuştuğunda, bu durum kendisinin gerçekten hakkıymış gibi aptalca böbürlenir.
Öncelikle kelimelerin fonetiği üzerinden bir gönderme var, kendisini sadece sistem araçları nedeniyle Bey zanneden ve o şekilde davranan kişi aptaldır. Nesnelerin özlerinin asla değişmez olduğunu, elde ettiği araçların onu daha değerli bir hale getirmeyeceğini anlayabiliriz. Sınıf farklılığı açık bir şekilde ortaya konmakla beraber, beyliğe bir öykünme, Bey olmaya çalışana ise aptallık suçlaması getirilmektedir. Eğer atasözü sadece “Abdal ata binince bey oldum sanır” ile sınırlı olsaydı  “Beylik,aksoylulukdan farklıdır, varılınabilinecek bir sınıftır, sadece taklit etmeyle değil, gerçekten hakedilerek olur bu”  diyebilirdik. Bu anlayışı yıkmak için asla yağ olamayacak şalgam da söze dahil edilmiştir. Burada bir kesinleştirme vardır. Öz asla değişmez. İnsanlar sınıf değiştiremez, Bey beydir, abdal da abdal. Aslında Abdal, abdal olarak kaldığında da sorun yoktur, birinin sınıfı değil, sınıfından ayrılma devinimi onu aptal kılar.Bir diğer taraftan ata binince kendini bey zannedenin abdal olması sadece fonetikle açıklanamaz. O, herhangi bir kimse değildir, abdaldır. Bu durumda kendisini gezgin, derviş, boşvermiş ve dünyevi hazlardan uzaklaşmış olarak göstermeye çalışan kişi de, imkanlarla karşılaştığında kendisini Bey zannetme potansiyeline sahiptir, yani aptal gibi davranma potansiyeline. Dervişlikte neticede sadece bir edimdir, imkanlar karşısında o da farklı davranabilir. Abdallığı onun erdemi için yeter neden değildir.
Biri Schopenhauer mu dedi ?


5 Eylül 2013 Perşembe

Varoşlara yolculuk


Tarihi dramalarda(Sinema filmi,tiyatro oyunu,roman,şiir) ezenle ezilen (köleyle efendi) arasındaki en büyük ayrımı gözler önüne sermek, kölelerin çektiği acıları, yaşam koşullarını betimlemek için ivedi bir sahne vardır, yürek yakan yolculukları. Taş ocağı işçileri resmedilirken, taş kırarkenki halleri değil de,  taş ocağına götürülürken uygulanan acımasızca zulümler, Yahudiler’i toplama kamplarına götüren trenlerdeki, sefil ve çilekeş halleri gösterilir.  Dramaların mantığının, insanların empati duygularını hareketlendirip, hayali sahnelerden en büyük etkiyi almaları olduğu düşünülürse, acımasız yolculukların önemi daha da bir net anlaşılabilir.

Burada çok büyük bir ikiyüzlülük gözden kaçmamalıdır. Çağımızda bu dramalarda oynayan oyuncular, dramaları seyreden insanlar, belki de hayali karakterlerin hayatlarında bir ya da iki kez yaşadığı bu işkenceyi her gün yaşamaktadırlar. İstanbul’da bir varoşa giden otobüs, minibüs ya da herhangi bir toplu ulaşım aracında insanlar, kölelere yakışır bir muamele görmektedirler. Bu kadar korkulan ama bir yandan da bu kadar kabullenilmiş bir eylemin analiz edilmesi, büyük resmi görmek için elverişli bir diyalektik ortamdır. Bu noktada 2 alt konuya gideriz.

Birincisi, insanlar, Modernizm'in ötesine geçildiği (post-modernizm), refah seviyesinin en üst düzey olduğu bir dönemde neden bu kadar acımasız bir muameleye maruz kalıyor.
İkincisi ve daha önemlisi ise, insanlar nasıl oluyor da dramalarda bu kadar korkuyla karşıladıkları sahneyi, kendi hayatlarının normal bir parçası olarak hiç çekinmeden kabullenebiliyorlar.

İnsanların neden bu kadar kötü muameleye maruz kaldığının yanıtı, aslında merhamette yatıyor. Kötü kalp merhametli olduğunda hayat en büyük günahlara gebe demektir. Varlıklı insanlar hakları olarak (kendilerince) iyi ve güzel bir yaşamı istiyorlar. Modern anlayışta, iyi ve güzelliğin “Kalite” ile özdeş olduğu düşünüldüğünde, kalitenin elde edilmesinin temel erek olduğu anlaşılır. Ancak “kalite” kelimesine gerçek anlamını veren nesnelerin ya da kavramların üzerindeki emektir. Bu durumda  kentsoylular, kaliteyi elde edebilmeleri için yaşamlarında önemli bir emeğe, daha da ötesi köleleriyle yakın temasa ihtiyaç duyarlar. Kahveleri güzel pişmelidir ve güzel servis edilmelidir. Yemekleri lezzetli olmalı, yaşam alanları temiz olmalı ve her türlü ihtiyaçlarına fazla vakit (burada zaman da  çok önemli bir noktadır, az sonra onlar da vakitlerini efendilerine hizmet etmekle geçirmek zorundadırlar çünkü) harcamadan ulaşabilmelidirler. Kısacası, bu kalitenin sağlanması için de kendilerinin asla karşılayamayacakları önemli bir emek mekanizmasına ihtiyaç duymaktadırlar. Aslında bu durum köle efendi ayrımının yaşanmaya başladığı ilk çağlardan beri süregelen bir durumdur, ancak hiç bir zaman bugünkü kadar vahşi bir hal almamıştır. Bu vahşetin temel kaynağı ise başta da belirttiğim gibi merhamettir. İnsanlar ister dinsel öğretiler ya da liberal ahlakla olsun , ister Marksist kültürle olsun hep bir merhametliliğe öykündürülmektedirler. Burada bir atasözü çok uygun düşmektedir. “Ayı yavrusunu severken boğarmış” işte konunun özü burada yatmaktadır. Artık efendiler çok daha merhametlidirler ve tam da bu yüzden köleler tarihlerindeki en büyük zulümle karşı karşıyadırlar. Efendi sırf merhametinden, kölesinin çektiği zulmü görmek istememektedir. Kendisinden uzak olduğu durumda, yani az ötede (çok da değil)  yaşadığı bütün işkenceler onun hayatının dışında kalacaktır. Güney Amerika'dan gelmiş o mis kokulu kahvesini, tam da estetik anlayışına göre ışıklandırılmış caddeyi seyrederken içmek istemektedir ve o anda caddede, soğuktan titrerken vitrinleri seyreden bir çocuk görmeye tahammül edememektedir. İşte modern efendinin merhameti burada yatmaktadır. Bu edimin altında, elbette ki birden fazla duygu birlikte hareket etmektedir, mesela korku. Zaten merhametin asıl kaynağı da korku değil midir ?

Modernizmin  daha hazırlık aşamasında (pre-modernizm) yazılan Goethe’nin Faust’unda bu mekanizma çok güzel bir şekilde hikayelendirilmiştir. Kahramanımız Faust muhteşem bir liman kent kurmaktadır. Liman kent kurulurken işçiler acımasızca çalıştırılmaktadır. Acaba Stalin Petersburg’a inşa ettiği limanın  yapımı sırasında ölen yüz binleri hangi duyguyla seyrediyordu dersiniz? İşte Faust’da en az dönemin sosyalistleri kadar heyecan duyuyordu bu yapıttan. Gelgelelim simgesel noktaya. Bu limanın kurulu olduğu bölgede ilk çağ cennetinden çıkmış izlenimi veren yaşlı bir çift yaşamaktadır ve Faust buna tahammül edememektedir. Görünümde sadece çalışma edimine verdiği anlamdan dolayı onların toprağını istemektedir. Hatta şöyle der “Özgürlüğü ve yaşamı, her gün onu yeniden kazanmaya çalışanlar hakeder”. Belki de çevresinde, güçsüz, tembel  ama mutlu insanlar görmeye tahammülünün kalmamasıdır sebep. Eğer bir insanın, güçsüz ama mutlu olduğu doğruysa, neden ruhunu şeytana sattığını sorgulaması gerekmeyecek miydi?  Adamlarına bu çiftin nasıl olursa olsun oradan uzaklaştırılmasını ve başka bir yere nakledilmesini ister, ancak nasıl yapacaklarını bilmek istemez. Hikayenin sonunda Faust’un istediği olur elbet, o arazi artık onundur, yaşlı çift ise kendilerini ziyarete gelen iyi yürekli bir gezginle birlikte öldürülmüştür. İşte bu, tam da bizim modern efendilerimize göre bir yaklaşımdır. İnsanlar onların yaşam kalitelerini korumak adına, köle olarak hayatlarına devam etmeliler, bunu bilirler, ancak nasıl çileler çekeceklerini bilmek istemezler. O temiz erdemli yürekleri bu bilgiyi kaldıramamaktadır, hepsi en az ruhunu şeytana satan Faust kadar merhametlidirler çünkü. Dahası da var, büyük usta bu iki yaşlı insana Ovid’den isimler vermiştir;  Philemon ve Baucis. Bu isimler çok önemlidir, çünkü hikayeye göre Frigya'nın tek dindar çifti olan bu iki iyi yürek, Jüpiter ve Merkür tanrılarını misafir ettikleri için şehri vuran felaketten etkilenmemiştirler. Ancak Nietzsche’nin de dediği gibi modern çağda “Tanrı ölmüştür ” ve bu ihtiyarlar nasıl olurda duymamıştır bunu halen daha ormanlarında. Tanrı öldü metaforunun belki de kaynağı bu hikayedir kim bilir. Modern çağda artık dinler tanrısızdır ve sadece amaca yönelik birer devinimdirler.  

Sözün özü şehir köleleri artık istemiyordur ve teknoloji de onların KUSULMASINA hizmet etmekte oldukça isteklidir. Yoksa neden otobüs icat edilsin ki? Siz hiç otobüsü üreten mühendisin ve onun bu muhteşem eserinin hayata geçirmesini destekleyen insanların, test sürüşleri dışında toplu taşıma kullandığını düşünüyor musunuz ?  Kentsel dönüşüm kelimenin tam anlamıyla budur. Ama siz kentsoylular bir korku daha olmalı içinizde, unutmayın ki o varoşlarda korunaklı, devasa siteler de inşa ediliyor. Kim için dersiniz ? 
Resmin diğer tarafında, bu muhteşem kentsel dönüşümü, davul ve zurnayla karşılayan KUSMUK parçalarında ise durum çok daha farklı yansımaktadır. Bu insanların perspektifleri yoktur. Bakışları, mefhumları, herhangi bir noktadan çıkışla algılama üzerine kurulu değildir, nesneler,kavramlar ve olaylar tek boyutludur ve yorumlanamazlar. Bu insanlar, kendilerine verilenden öte bir algı gücüne sahip değildirler, olmak da istemezler zaten. Bu durumun kapasite ile ya da başka herhangi bir doğuştan gelen özellikle ilgisi yoktur. Direkt olarak öğretilmişlik, kaçış ve içgüdülerin tatmini üzerine kurulmuştur yaşamları (Varlıkları).

Modern köle bu kahredici yolculuğuna tahammül edebilmektedir çünkü aslında köle değildir, o da bir efendidir kendince, ancak belki biraz daha merhametsizdir. Modernizm öncesi dönemde, köleler transferleri sırasında, köle olduklarını bilirler ve bu şekilde davranırlar ve bu şekilde hissederler ve işte tam da bu yüzden her daim isyan potansiyeli taşımaktadırlar. Ancak modern kölelerimiz bu bilgiden yoksundur, onlara bu hissiyat unutturulmuştur dahası. O pis, insansı, güçlülük güdülerini tatmin edebilmeleri için, onlara otobüs şoförünü paylama hakkı verilmiştir, su satan acizi aşağılayabilmektedirler ve tinercileri ve akli dengesi bozuk insanları ve yaşlıları ve çocukları, kestirmeden söylemek gerekirse, hayvanlara yakışır şekilde kendilerinden aşağı gördükleri her varlığa kötü davranma hakları verilmiştir onlara.Bir gün, o da belki gerçekten efendi olacaktır, belki de çocuğu, bu hakkı da bakidir bir yandan. Bu ona tahammül etmeden ziyade adapte olma gücü vermektedir. Belki de sadece bu hakka kavuşacağı günü düşünerek düzenin devamlılığını korumalıdır.
Köle erkeklerine , kadınlarını köle etme hakkı da verilmiştir. Ancak bu hak efendileri tarafından verilmemiştir elbet. İngiltere Kralı nasılsa krallık hakkını, yasalardan değil de Tanrı’dan alıyorsa, bu çakma efendiler de kadınlarına zulmetme hakkını dinlerinden ve törelerinden almaktadırlar. Sonunda efendilik havucu verilmemiş tek grup olan köle kadını kalıyor geriye, susturulması gereken , avutulması gereken , oyalanması ve asla isyan etmemesi gereken zincirin en son ve en önemli halkası. Ona da bol çocuk (ki bu sadece avutmak için değil efendilere yeni köle yetiştirmesi içindir de)  ve sınırsız din-ahlak(Buradaki ahlak kelimesi kesinlikle bireysel etik ile karıştırılmamalıdır,daha ziyade bacak arası ahlakı)  verilmektedir. Aklınca o da kocalarının efendilerinin eşlerini (bu yoldan çıkışla aslında kocalarının efendilerini), ahlaksızlıkları ve dinsizliklerinden dolayı aşağılayabilmektedir. Din ve ahlaktan hamura dönmüş ruhlarına bu öğreti yetmektedir de artmaktadır bile. Bu noktada zincir tamamlanmıştır ve herkes birilerini aşağılamış, o pis insansı tatmin duygusuna erişmiştir.

Modern toplumun en güzel hilesi köle efendi ayrımını, iki kutuplu bir mıknatıstan, çok değişkenli bir piramide çevirmiş olmasıdır. Bu da kurumsallaşan insansı hakimiyet gücünün, şimdilik vardığı son noktadır. Bir filmde vardı, sanırım Olağan Şüpheliler. “Şeytanın yaptığı en büyük kurnazlık, insanları olmadığına inandırmasıdır” diyordu. Sanırım modernizmdeki köle efendi ayrımını da bu söz gayet güzel açıklamaktadır.

Ve en sevdiğim nokta “zincir metaforu”, siz köpeğinizi tasmayla mı gezdirmek istersiniz ? yoksa tasmasını çıkartmanıza rağmen sizin her sözünüze itaat ederek ve sadece siz istediğinizde kıçınızda dolaşmasını mı ?


22 Ağustos 2013 Perşembe

Başlangıçta eylem vardı

Bir varlığın (tözünün özü) ifadesi, içinde sonsuz sayıda sıfat barındırır.  Ancak konu kendi varlığımızı açılımlamaya gelince sıfatlar da bir anda o tözden kopan birer araç haline geleceklerdir. Bu durumda varlık sıfatı da kapsayacaktır. Kapsama bir anda açılımı yapılmaya çalışılan tözün sınırlarının belirlenmesine ve doğal olarak sınırlandırılmasına sebep olacaktır. Ve varlık yine ifade edilememiş olacaktır. Şimdilik bu paradoksal durumdan düşünsel çıkışın yegane yolunun, zaman parametresini de formüle ilave etmek olduğunu düşündüğümü belirtip,  konuyu başka bir yöne, sonsuz sıfatın, herhangi bir kapsama yapmadan, aynı anda kullanılabilmesi noktasına taşımak istiyorum; SANAT’a


Bence sanat, sanatıçının, yaşamın küçücük bir kesitinden tüm varoluşu açıklama çabasıdır. Bu nedenle sanatı, sanatçıdan bağımsız olarak algılayamıyorum. Bir sanat eserini, görünümden logos’a çeviren nokta sanatçının  varlığının hissedilmesi olmalıdır. Bir diyalogda söylenen sözü, söyleyenden bağımsız algılamak gibi birşeydir sanat eserini sanatçıdan kopartmak. Daha ziyade yazım sanatı olan şiir ve roman üzerinde tecrübelerim olduğundan dolayı o noktadan bir örnekle ilerlemek istiyorum.  Son zamanlarda aklıma Raskolnikov'un tefeci kadının, masum kardeşini öldürdüğü sahne takılıyor.  Önce küçük ve önemsiz noktalarda bu karakterin masumluğunu ve çektiği acıları önümüze seriyor üstad Dosto. Sonrasında bütün felsefesini , kötü acımasız ve gerçekten Nietzsche’nin hayvanla, üstinsan arasındaki varlık olarak gösterdiği canlı tanımına uyan tefeci kadının ölümü üzerinden kuruyor. Ama bir anda, eylem anında, masum yaşlı kadını da hunharca öldürüveriyor. Sonrasında yine anlatısını tefeci kadın üzerinden devam ettiriyor. Oysa masum bir kadın ölüvermişti, hiç bir önemi yoktu bunun, çünkü ölümü bile değersizdi, öldürmek bile suç değildi onu. İşte bu kesit bir çok düşünürün sayfalarca yazısından çok daha büyük anlatımlar taşımaktadır. Hiç bir sözün, hiç bir tanım çabasının anlatamayacaklarını seriyor önümüze. Goethe’nin “başlangıçta eylem vardı” çıkarımına selam gönderiyor ve herşeyi eylemle açıklıyor.

21 Temmuz 2013 Pazar

Ahlakın Doğuşu

Öncelikle yazıdaki iddialar çok net olarak belirtilmiştir. Bu netlik tüm kavramların tözü için kullanılmıştır, en alt anlamlarında kesinlik belirtilmek istenmiştir.

İnsanların davranışlarının, ideolojilerinin, şartlandırılmış duygularının tümüne bir korku hakim, hayatta kalamama korkusu. Daha babamızdan annemize yol alırken bile milyonlarca kardeş adayının arasından sıyrılıp yumurtayı ilk dölleyen olma yarışı.(daha o yarışta bile aslında kazanınca,kazanan olmayacağını, doğanın bile olsa, itelendiğimiz durumlarda kazanan olmanın bile aslında çok daha büyük kayıpların başlangıcı olduğunu algılayabilmemiz gerekiyor).İlk yarışı kazandın ve artık diğer tüm yarışlara katılmaya hak kazandın.

Mesela şartlandırılmış duyguların başında gelen aile sevgisi. İnsan çocukluğundan itibaren aslında yapayalnızdır. Bakıma muhtaçsın ve ailenin seni yapayalnız bırakmaması için seni sevmesi gerektiğine inanırsın. Hiç farkettiniz mi çocuklar küçükken anne babalarına çok düşkündür ama anne babalar asla çocuklarına bekledikleri sevgiyi vermezler. Son moda çocuk yetiştirme kitaplarıya haşır neşir ailelerin gösterdiği sahte ilgiden bahsetmiyorum burda. Gerçek sevgiyi veremezler, çünkü çocuk onlara muhtaçtır ve ailenin onu sevmesi için ortada bir sebep yoktur, çünkü hiçbir korkularının çaresi değildir. Elbetteki bilinç altında ölümsüzlük göstergesi olan neslin devamı için çocuğuna bir önem vermektedir ama bu hiç bir zaman anlık kişisel çıkardan doğan önem kadar yoğun değildir. Özetle, çocuk anne babaya muhtaçtır ve tüm ilgisini onlara vermektedir. Ancak anne babalar yaşlandıkları zaman, çocuklarına gösterdikleri ilginin, sevgi gösterme yoğunluklarının oranı hızla artar. Çünkü dengeler değişmektedir ve artık kişisel çıkarlar yer değiştirmektedir. Aile müessesesinin öneminin, gelişmişlik ve sosyal güvencelerin artışıyla ters orantılı olması bunun en güzel göstergesidir.  

İnsanlar yalnız başlarına dünyayla başa çıkamazlar. Bunun için önce bir eş, sonrasında bir aile, sonrasında bir cemiyet, cemaat, ırk, halk, din gibi bütünleştirici nosyonlara ihtiyaç duyarlar.  Bir insan korkaksa milliyetçi olur, bu çok basittir. Yoksa tesadüfen mensubu olduğu (mensubiyet kriterlerinin de bu kadar görecelendirildiği hesaba katılırsa) bir topluluğu, bu kadar hiddetle savunamaz. Din kavramı da bir noktasıyla buna katılabilir.

İnsanlar pisliktir, size içeriden biri olarak yazıyorum inanın bana. Bütün insanlar aynı pisliğin bir parçasıdır. Bu suçluluk Hristiyanlar' daki ilk günahtan çok öte birşeydir. Hiç bir zaman birbirlerine itiraf edemezler ama herkes birbirinin ne kadar pislik bir yapısı olduğunu her zaman bilmektedir. Ancak aralarında bir antlaşma yapmalıydılar, çünkü bir arada yaşamak zorundalar, çünkü birbirlerinden korktuklarından çok daha büyük bir korkuyu doğaya karşı yaşıyorlar. Sakın doğa algınızı  kuşlarla-böceklerle, ağaçlarla-hayvanlarla , volkanlarla-depremlerle sınırlandırmayın, vücudun aç kalamayacak olması da,  hormonal isteklere cevap verilemediği zaman yaşanacak olan krizler de doğanın bir parçasıdır. Evet insan birbirlerinden çok doğalarından korktukları için de birbirlerine sokulurlar. İşte size toplum yaşamının özü.  Ancak önemli bir antlaşma yapmak zorundaydılar, ve bu antlaşma kurallarına göre öncelikle aç kalmamaları gerekiyor, sonrasında da her daim çiftleşebilmeleri gerekiyordu. İşte AHLAK  bu noktada doğdu. Bu yüzdendir ki ahlak kuralları insanların gücü ve cesaretiyle ters orantılı olarak düzenlenir. AHLAK insanoğlunun ne kadar güvenilmez bir mahlukat olduğunun tüm insanlık tarafından kabul edilmiş olmasının belgesidir.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Diyalektik Metaryalizm ve Kader kavramı..

Yıllardır din kavramı içerinde anlamaya çalıştığım ancak bir türlü makul bir açıklama bulamadığım kader kavramını, diyalektik metaryalizm içerisinde görmek gerçekten büyük bir ironiydi.
Marksist ideolojinin hem düşünsel anlamda, hem de iktisadi anlamda kullandığı metod gerçekten algılaması kolay bir ikiyüzlülük olarak göze çarpıyor. Her iki anlamda da ideolojinin yaptığı kesinlikle farklı birşey ortaya sunmak değil, varolanın esaslı bir analizini yapıp sonrasında aktörlerde değişikliğe gitmektir.
Örneğin Sosyalizm aslında tamamen kapitalizmin araçlarını kullanır, yaptığı yegane değişiklik bu araçları kullanan aktörlerin yerlerini değiştirmektir. Bu bağlamda bir insanın hem anti-kapitalist hem de sosyalist olması mantıken olanaksızdır. Bu örneği, beni daha çok ilgilendiren Marksizm’in felsefik boyutu yani Diyalektik Metaryalizm konusunda da aynı yöntemi kullanmasının algılanmasına yardımcı olması için verdim.
Marks’ın temel felsefesi olan Diyalektik Metaryalizm din anlayışına alternatif olarak ileri sürülüyormuş gibi bir bakış açısı yıllardır süregeliyor. Aslında kapitalizm ve sosyalizmdeki benzerlik, diyalektik metaryalizm ve Tevrat arasında da mevcut. Diyalektik, tarihe tıpkı Tevrat gibi bakmakta ve bütün olayları birbirinin sebebi olarak lineer bir düzlemde ele almaktadır. Bu bakış Kerov’un toplumlar kitabında açıkca kendini göstermektedir. Marks diyalektikte hiç bir şekilde din düşüncesinden uzaklaşmamıştır. Sadece dindeki “Tanrı kavramı” yerine “Doğa” yı yerleştirmiştir. Elbetteki buradaki doğa sadece ağaçlar böcekler değil, insan, insanı oluşturan sinir sistemine kadar en küçük ayrıntıdan, evren yıldızlar ve tüm kainatta uzanır.
Kader anlayışı bu düşünce sisteminin ürünüdür. Insanın yaşamını etkileyen faktörler tamamen tarihsel bir neden sonuç ilişkisine bağlıysa insanın gelecekte ne yaşayacağı da bu bağ sayesinde asla değiştirilemezdir. İnsan sonsuz doğanın yanında sadece bir “1” dir ve matematikte “sonsuz + sayı” =sonsuzdur. İnsan da doğanın bir parçasıdır ve davranışlarına yön veren düşünce sistemini oluşturan da yine doğadır. Sinir sistemi, dolaşım sistemi evrimsel durumu, hepsi doğanın bir parçasıdır.Bu düşünce de Tevrat ve İncil ve Kuran’daki “İnsan tanırının suretinden yaratılmıştır” düşüncesinin “İnsan Doğanın suretinden oluşmuştur” şeklindeki karşılığıdır. Bu şartlar altında yapacağı seçimler de doğanın yönlendirmesiyle olacaktır.
Kaderi anlamak için sorulan bir soru olan “peki geleceğimi bilseydim kaderi değiştiremez miydim?” de yine diyalektik düşünce içerisinde incelendiğinde “geleceğini bilmek “ zaten senin kaderin olduğundan bu nedenden oluşan sonuç yani yapılacak olan değişklik de senin kaderinin ta kendisidir, olarak verilmektedir.


25 Haziran 2013 Salı

Paranoyayla mücadele

Paranoya çok acı verici , sinsi ve tehlikeli bir hastalıktır. Aslında çok da akıldışı olmayan nedenlere dayanır. İnsanlar yalan söyler, hem de sıkıkla. İnsanlar dürüst de davranır, hem de sıklıkla. Ancak yalanın ve dürüstlüğün yeri yordamı vardır. Bir insan yalandan korkmaya başladıkça bununla başetme yöntemi olarak daha dikkatli olmayı ilk tercih olarak seçer. İşte bu paranoyanın başlangıcıdır.
Aslında tamemen savunma amaçlı olarak başlayan paranoya bir süre sonra kişiyi ele geçirir. Ve ilginçtir ki paranoyaklar aslında her zaman haklıdır. Basit bir örnekle tipik bir paranoyak düşüncesi: “otobüste en son benim yanıma oturuyorlar” aslında haklıdır kişi. Bir otobüse bindiğimizde ortalama 14 yerin boş olduğunu varsayalım. Her 14 seferde 1 bizim yanımıza en son oturulacaktır. Günde 2 kez otobüs kullanan birinin haftada 1 en son yanına oturulur. İşte paranoyak diğer seferleri görmez ve “otobüste en son benim yanıma oturuyorlar” düşüncesi bir anda  “otobüste HERZAMAN en son benim yanıma oturuyorlara”a dönüşür. (Tabi örnek NŞA’da verilmiştir. Yaz günü duş almıyorsan durum değişir)
Paranoya başladıktan sonra bunu desteklemesi hiç de zor olmayacaktır. İnsanların yalanlarını ortaya çıkardıkça kendi zihni bu oyunları oynamaya devam eder ve dürüst davranışları göremez, sadece yalanlardan kurulu bir dünya olduğuna inanır. Bir süre sonra kendi söylediği yalanları da hafızası gözünün önüne serince hemen bir genellemeye gidebilir.”İnsanlar HERZAMAN  yalan söyler”
Bir başka basit örnekte eşlerin aldatması üzerinedir. Evliliği kötü giden kadınları %100’ü başka bir erkekten hoşlandığını belirtmiştir (Evlilik Enstitüsü). Paranoyak bir erkeğin evliliğinin iyi gitme ihtimali olmadığı çıkarımını yaparsak, yine %100 haklı çıkacaktır, eşi onu en azından zihnen mutlaka aldatacaktır.
Bu noktadan sonra paronyak kişinin davranışları değişim gösterir. Yalanı nerede kullanacağını bilemez. Sıklıkla en gereksiz yerlerde yalana başvurur. Çünkü onun normali zaten insanların birbirlerini olabildiğine kandırmasıdır. Paranoyaklığından tiksindiği durumlarda da olağandışı dürüstlük belirtileri gösterecektir. Geceleri az uyuyup, sabahları erken kalkacaktır.
Tüm kişilik bozukluklarında görünme ihtimali olmakla birlikte Narsisistik Kişilik Bozukluğu ve Antisosyal Kişilik Bozukluğu hastalarında çok daha sık rastlanmaktadır. Bu da bu kişilik tiplerinin insanlara olan sevgisizliği ve her türlü insan ilişkisini akıl yoluyla çözme eğilimlerinden kaynaklanmaktadır.
Aslında paronayanın en uygun tedavisinin psikoterapi olmasının yanı sıra bu acı verici ve zor süreci yaşamak istemeyenler için Risperdal adlı bir ilaç mevcuttur. Anti-psikotik özelliği olan bu ilaç gerçekten ciddi ölçüde olumlu sonuçlar vermektedir.
Benim önerim hep birlikte bu illetle mücadelede sayın devlet büyüklerimize birer kutu Risperdal gönderelim. Bu ilaç reçetesiz de satılmaktadır. Hem biz kurtulalım hem kendileri kurtulsun, hem de onları sevenler.

15 Haziran 2013 Cumartesi

itiraf

Ülkede kocaman bir SOPA var. Yıllardır bu sopayı elinde tutan CeHaPe zihniyeti adı altında toplayabilceğimiz ulusalcı, laik ve yasakçı zihniyet bizleri, yani din baskısından korkan insanları, ülkeye şeriat gelecek, bütün özgürlükler kısıtlanacak söylevleriyle kandırıp dindar insanları dövdü. Yıllarca ülke bölünecek , vatan elden gidecek yalanlarıyla Kürt’leri dövdü ve bizler de bu yalanlara inanarak bu dayağı seyretmekle yetindik. Bizlere gerçekleri göstermek isteyen marjinal sosyalistlere ise medyaya dayanarak inanmadık. Aslında tek dertlerinin sırça köşklerindeki güzel hayatlarına devam edebilmek, egolarını tatmin edebilmek, yatakta eşlerine yapamadıklarını kendi halkına yapabilmek olduğunu ne yazık ki çok geç fark ettik.. Sonra verdikleri mücadeleler sonunda önce dindarlar, sonra da Kürtler bu SOPA’lı eli kavradılar ve artık dayak sona erdi.
Ama işte ne olduysa bundan sonra oldu. Gücü eline alan AkePe zihniyeti SOPA’yı kırmak yerine onu kullanmaya başladı. Din elden gidiyor denilip bizlerin en basit haklarını bile gasp etmeye başladılar ve sizler tıpkı yıllarca bizlerin yaptığı gibi bu dayağı seyretmekle yetiniyorsunuz. Tek derdi damadına ihale vermek isteyen bir insanın baskısında, kendi evladınız dayak yerken hala daha gözleriniz açılmadı. Yıllarca bizim alet olduğumuz zorbalığa şimdi siz alet oluyorsunuz.
“Deney” adında gerçek bir deneyden yola çıkılarak çekilmiş bir Alman filmi var. Filmde aynı şartlardaki insanların bir kısmı gardiyan, bir kısmı da mahkum oluyor. Bir süre sonra her şeyin mizansen olduğunun bilinmesine rağmen gardiyanlar zalimleşiyor ve mahkumlar buna karşı direniyorlar. Bunun gibi çok fazla deney göstermiş ki insanlar gücü eline aldıklarında birden zalimleşebiliyorlar.
Şu açık ki biz bu ülkede dindarlar, inançsızlar, Kürtler, Türkler,Çingeneler, eşcinseller,orospular ve daha bir çok kitle bir arada yaşamak zorundayız. Artık görmemiz gereken de bu birlikte yaşamın tek koşulunun SOPA’yı kırmak olduğudur.
Gezi parkındaki direniş belki bunun başlangıcı olabilir, ben umutluyum.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

ilişkide ikna


“Bir ilişkinin başlaması için, iki kişinin de bunu istemesi gereklidir, ancak bitmesi için sadece bir kişinin bunu istemesi yeterlidir” Bakıldığında kuşkusuz hemfikir kalınılabilecek bir söylev. Ancak derinliğine inildiğinde sanki biraz yadsıyormuşuz gibi geliyor.  Bir ilişkiye başlamak istediğimiz zaman kendi isteğimiz önemli hale geliyor ve altın kuralda hileye başvuruyoruz, o da diğer tarafında istemesini sağlamak. İster gayet romantik yöntemlerle olsun ister feodal üstünlüğü kullanarak olsun her seferinde karşıdaki kişinin de bunu istemesini sağlamak temel edimimiz oluyor.
Bundan doğan ilişkiler de doğal olarak uzun süreli ilerlemiyor, daha doğrusu süreden ziyade mutluluk kaynağı bir ilişki olmuyor. İkna etmek dünyanın en eski edimlerinden biridir ki işte tam da bu nedenle sonsuz tecrübemiz ve bilgimiz var. Ancak ikna edilen kişi, kendi duygularından bağımsız olarak hareket etmiş olmuyor mu ? İkna anlık bir olay değil sürekliği olan bir durumdur. İknayı başarmış olsanızda bunu sürekli hale getirmek zorundasınız.  Bu durum da ilişkinin tamamı boyunca size yüklenen ve aşılması imkansız bir sorumluluk getirir, karşı tarafın yanı sıra kendi özgürlüğünüzü de elinizden alır. Bir gün artık bunu devam ettirmeye gücünüz kalmadığında otomatik olarak ikna edilen kişi altın kuralın ikinci bölümünü devreye sokacaktır ve ilişki bir kişinin isteğiyle bitecektir.

12 Mayıs 2013 Pazar

Ruby Sparks


Hayatında bir film ya da kitapta gördüğüm en belirgin narsist karakteri izlemek beni kendimden aldı. Özellikle oğlanın, kıza zorla kendini onaylattığı ve bunun sonuncunda kontrolünü kaybetmiş bir şekilde sevindiği sahnede, tüylerim diken diken oldu. 

Karşısındaki kişiyi sadece kendisini sevmesi için programlamaya çalışan bir adamın öyküsü, aslında ne kadar korkunç geliyor kulağa, ama bunu başarabilmek için kendimizi de parçalamaktan alamıyoruz.

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Özgürlük


Geleceğin belirsizliği insanlar üzerinde ne kadar büyük bir korku yaratıyor, ben buna şahit oldukça bazı şeyleri daha net görebiliyorum. İnançların temelinde de bu yatıyor, bir şeye inanalar geleceklerindeki varoluşlarını da garanti altına almış oluyorlar.Duygularının insanlar tarafından nasıl algılanacağından şüphe duyup üzerine bir maske takarak gezenler bana Schopenhauer’ın “ gururum her şeyin üstündedir demek, başkalarının hakkımda ne düşündüğü benim öz isteklerimden daha değerlidir demekle eşdeğerdir” aforizmasını hatırlatıyor.ne kadar kolay sattınız kendinizi.

İnsanlar gelecekteki varoluşlarının üzerinde nasıl da kendilerini hak sahibi hissediyorlar, tıpkı babanın çocuğu üzerinde hissettiği bir hak gibi. Oysaki nasıl göremiyorlar gelecekteki varoluşları başka bir varoluş, insan anlık değil, zaman içerisinde bir varoluştur. Bu parametreyi nasıl atlıyorlar, aklım almıyor.
İnançlarına sarılıyorlar, onları yüceleştiriyorlar. İnançlar duyguları kontrol edebilecek yegane güç gibi görünüyor onlara, sözüm ona gelecekteki varoluşlarını, duyguların yaratacağı belirsizlikten koruyorlar. Güvenmiyorsunuz kendinize , hayatta kalamayacağınızı zannediyorsunuz, ama nasıl fark edemezsiniz bu şekilde hiçbir zaman gerçekten varolamayacaksınız!!

Acı çekmekten korkuyorlar, ama daha önce yaşamadıkları acılardan sadece. Öğrenilmiş acılarla yüzleşmek daha kolay geliyor insana bunu hiç mi bilmiyorsunuz, hiç mi tatbik etmediniz? . Acı yaşadıkça daha da özgürleşiyor insan ve dönüp baktığında geçmişine yaşadığı acılar sadece birer anı olarak beliriyor. Çocuklarının sokakta oynamasına izin vermeyen anneleri, babaları hatırlatıyorsunuz bana. Ne kadar yazık o çocuklara, büyüdüklerinde arabalarından inip sokağa çıkamayan insanlar olacaklar.

Gelecekteki varoluşlarınıza bir armağan mı vermek istiyorsunuz? Acı verin onlara, acıyla büyüsünler, büyüsünler ki her geçen gün daha da özgürleşsinler

10 Mayıs 2013 Cuma

TANIŞMA



Kız : neyi bekliyorsun ?
Adam : cesaretimi toplayamadım. Bakışların o kadar umarsız ki, insanın içine garip bir korku salıyor.
Kız çok içten gülerek:  hoşmuşsun gerçekten  ama sence de şu an bunları konuşmak çok budalaca değil mi ?
Adam : bahsettiğim tam da buydu işte-gülümser- ben de şu an sana etkili bir iltifatta bulunup, seni etkileyip, bu geceyi seninle birlikte geçirmeyi planlıyordum.
Kız: garip. Korku salmam mı iltifatın. Herneyse neden bu konusmayı uzatmaya çalışıyorsuz? Burdan başka yere geçelim demen yeterli oysa.
Adam : Burdan başka bir yere gidelim mi ?
Kız : beni ikna etmelisin
Adam : hadi gel benimle
Kız : tamam.

Burçakla tanışmaları bu kadar basit ve sıradan bir şekilde olmuştu. İnsan hiç bir zaman bir şeyin başlamasına karar veremez. Her zaman birdenbir başlamış olur ve geriye dönüp baktığında sürecin içerisinde belki de en az katkının kendisine ait olduğunu farkeder. İlişkilerde ise başlangıçlar milyonlarca tesadüfün bir arada olmasına bağlıdır.
İkinci gidilen barda sadece dans ettiler. Ortaokul yıllarında çok sevdiği bir arkadaşı  dansı ön sevişme olarak nitelemiş ve o yıldan sonra dans hep erotik bir başlangıç olarak görünmüştü ona. Dans sırasında beklenen yakınlaşma ve insanların kendilerini seyretmesini sağlayacak öpüşmeler başlamıştı.

Adam : bana geçelim mi ?
Kız: beni ikna etmelisin
Adam : hadi gel benimle
Burçak eliyle uzaklaştırıp dans etmeye devam etti. O anda Tuncay anladı ki bu kızı asla hafife alamayacaktı. Bir önceki iknasının kolay olmasının sebebi Burçağın onunla gelmek istemesi değil, oradan çıkma isteğiydi. Bunu farkettiğinde tekrar sokuldu ona.
Adam : Sana ot sararım
Kız : Şimdi benim dilimden konuşmaya başladın.

Eve girdiklerinde biraz ayılmaya başlamışlardı. Burçak hemen tuvaletin yolunu tuttu, Tuncay ise otun. İlk sigaralarını içerken birbirlerine oldukça yakın duruyorlardı. Son zamanlarda  Tuncayın hareketlerinde çok yoğun bir özgüven seziliyordu. Aslında sebebinin bakış açısı olduğunu gayet iyi biliyordu. Sorunları görmezden gelip güzel anların keyfini abartmak ve bundan kendisine bir pay çıkartmak yapmayı en iyi becerdiği şeydi. Sigaraları daha henüz bitmeden bu sefer kız bir sigara sarmaya yöneldi. Tuncay içine koyduğu ot miktarından, sigarayı sarış biçiminden aslında hiç de önemli bir süpriz yapmadığını farketti. Bir an için ne kadar şanslı olduğunu ve dans sırasında ne kadar da doğru bir adım attığını anladı.
Bütün gece seviştiler. Ottan kafaları güzelleştikçe sevişierek kendilerine geldiler. Ancak her sevişme sonrasında da keyif sigarası olarak yine sardılar. Hayatta bazı anlar vardır, bu an 1 dk da olabilir, bütün bir gece de. Hiç bitmemelidir o gece ya da hayat bitecekse işte böyle bir anda bitmelidir. Tuncay o gece 4. Sevişmelerinden sonra içtiği sigarada bunları düşünüyordu.

Sabah kalktıklarında burçak bir an nerde uyandığının  farkına varamamış bir görüntüdeydi. Boş gözlerle etrafına bakıyordu. Tuncay uyanmak istememesine rağmen kalkmak zorunda olduğu farketti. Bir kahve hazırladı ve bir an önce yalnız kalıp geçirdiği harika gecenin keyfini çıkartmak istiyordu. Bazen isteklerimiz çok yoğun olmasada davranışlarımızı her zaman için isteklerimiz yönlendirir. Tuncayın yalnız kalma isteği elbetteki Burçak’ı bir daha görmeme pahasına bir istek değildi ve  burçaktan gitmesini isterse bunun nereye varacağını da gayet iyi biliyordu. Ancak olan oldu ve hep aksi gibi davranmak istese de kız istenilmediğini farkettiği an gitmek için yeltendi ve tuncay karşı  koy-a-madı . Küçük bir ayrıntıyı gözden kaçırmıştı, burçağın üzerinde gece dışarı çıktığı, askılı bir mini elbise ve fileli çorapları vardı.
Kız : Beni bu haldeyalnız başıma mı göndereceksin, hiç değilse arabama kadar benimle gelseydin.
İlk baharın ilk günleriydi ve hava hatırı sayılır derecede soğuktu.  Tuncay isteksiz ve bu isteksizliğini belli etmemeye çalıştıkça budala bir görüntüde kızla beraber çıktı. Çok sonraları bir gece, burçak o sabah yüzündeki ifadesinden dolayı ikinci görüşmeleri olduğunu söyleyecekti. Tuncayın cevabıysa içtendi: ağzında yarım ve sinsi bir gülümsemeyle : ben de sevişmemizden dolayı diye düşünmüştüm

Paranoya

İşte içindeki canavarı görmeye başladım tekrar. Kimyasallar bu kadar kuvvetli midir? Tek bir gece almadığında yalancı dünya hapını tekrar dönebiliyormusum geri. Canavarlar tekrar su yüzüne çıktı. Ağızlarının kenarından kan damlalarıyla birlikte jölemsi bir sıvı, sanırım amerikan sinemasından sahneler bunlar. Gelelim canavarın kişilik görüntülerine, sinsi,curetkar,haddini bilmez,kötülük isteğiyle bürünmüş. Tüm hareketleri kötülük amaçlıyor, aklından sadece daha ne kadar adileşebilirim geçiyor. İşte benim küçük canavarım. İçinize hapsolmuş her birinizin ve o iğrenç  sahte kimliklerinizin altında saklanıyor. Ben çağırmıyorum onu, siz yapıyorsunuz bütün kurguyu. Önce yavaş yavaş dişleri görünüyor, korkup irkilirsem hemen çekiyor dişlerini geri ve o gelgeç kimliğe bir anda bürünüveriyor. Çok akıllıdır o bilmezsiniz. Sonra tamamen gardım düştüğünde ben sizin sahte kimliğinize güvenmeye başladığımda b ir anda çıkıveriyor tekrar içinizde. Benim güvenimden besleniyorsunuz. O zaman cesur olun biraz, hiç vazgeçmeden hep o kirli yüzünüzle bakın yüzüme

Arayış


Bütün sevgililerimden ayrıldıktan sonra onların olmamı istediği kişi olmama ne demeli peki ? E. şu an olduğun kişiyi görsün diye neler istemezdin dimi ?  ama kendinden düşün. Başkasının ne düşündüğünü merak et, en azından onun düşünceleri üzerinden hayal kurmadan önce. E.yi görsen onun nasıl bir insan olduğunu umursar mısın ? nasıl bir hayat yaşadığı, nelere değer verdiği vs... bunlar çok umrunda mı olur ? sen de gayet iyi biliyorsun ki insanların kişilikleri çok sabit. Nasıl bir insan olduklarını donanımları belirlemiyor. Hiçbir zaman buna dikkat etmiyorsun. Bir insan sen onunla tanıştığın anda kalır ve öyle ölür. Yıllar geçse de sen ilk nasıl tanıdıysan o kişi senin için hep odur. O zaman bu zorlama gelişimin amacı biraz daha netleşmedi mi  ? kendin olmayı arıyorsun, nerde kaybettiğin çok açık ve buralarda bir yerlerde bulabilirsin. Yazılarının aralarında serpiştirilmiş halde Ali’ler göreceksin. 

Ontolojik cinayetler


Tuncay sigarasından uzun bir nefes çekti. Önemli bir konuşmaya başlamadan önce takındığı o
katlanılması uzmanlık isteyen çok bilmiş eda ile bakarken bir yandan da kaşlarını çatmayı ihmal
etmemişti.

Tuncay : İstediğim bu değildi:

Burçak alaycı bir ifadeyle : Tüm bunları yaparken ne olacağını düşünmüştün.


Başlarda eğlenceli bir yolculukken sonraları eziyete dönüşen düşüşler, paranoya krizleri aklını
oynatmasını sağlayacak derecede yoğundu.Sürekli yeni oyunlar icat edip yaşamını her geçen gün
biraz daha çekilmez hale getirmek son yıllardaki en büyük hobisi olmuştu.

Tuncay : Bu oyuna devam etmek istemiyorum.

Burçak artık iyice sinirli bir edayla : Halen daha bunu bir oyun olarak görüyorsun! Kulaklarını aç ve
beni iyi dinle. Bir şaka değil yaşamın, bir oyun hiç değil. Bu kadar insanı peşinden sürükleyip sonra bu
oyundu diyemezsin.

Tuncay yaşamı boyunca bir kaç kez tekrarlamıştı bunu, taa ergenlik yıllarında onlarca insanı solculuk
oyununda toplamış sonra da ben sıkıldım artık oynamıyorum deyip kenara çekilmişti. Burçak bundan
haberdar olsa kim bilir ne kadar keyif alırdı yüzüne vurmaktan.

Tuncay : Bir dakika orada durman gerekiyor. Ne yapıp ne yapamayacağımı sen karar veremezsin.
Burçak : Birisinin artık sana dur demesi gerekiyorsa neden bunu diyen ben olmayayım. Sanırım senin
üzerinde en azından bu kadar etkim var.

Tuncay artık rol yapmayı bırakıp mimiklerini hislerinin kontrol etmesine izin vermişti

Tuncay : Hiç bir zaman anlamıyorsun! Hayatım kocaman bir oyun. Bazen kurallarını kendim
koyuyorum bazen koyulmuş kurallara itaat ediyorum.Çatal sol elle tutulur

A- Ne kadar insan bu kuralı önemsiyor
B- Bu insanların hayatındaki etki puanı katsayıları ney.

Hareketlerimi yıllardır bu denklemler yönlendiriyor. Artık bundan sıkıldım. Tanrı iyidir, uyuşturucu
kötüdür, insanlar yaşamalıdır, hayvanlara eziyet etmemelisin, küfür etmemelisin, esnememelisin, içki
içmemelisin

Burçak konuşmanın doğal bir seyre girmesinden hoşnut bir şekilde atıldı

Burçak : Dur bir saniye, ergenliğe geri mi döndün yoksa demagoji mi yapıyorsun. Hayatın bu saydığın zırvalıklardan ibaret olmadığını bildiğimi gayet iyi biliyorsun. İşte şimdi o çok nefret ettiğin dindar liberaller gibi davranıyorsun. Bir fikrini karşındakine dikta edemeyince hemen karşısında gibi lansettiğin saçmalıkları sıralıyorsun. Ben sana tanrı iyidir mi dedim ? ya da çatalı hangi elinle tuttuğunu umursadığımı mı düşünüyorsun.
İstersen kıçınla ye yemeğini.

Tuncay : Ben hayatın bir oyun olduğunu söylüyorum sense değil diyorsun. Çok nadiren içten
olabildiğimiz anlar dışında biz bile bu oyunu kendi aramızda sürdürüyoruz. Ben beni içine sokmaya
çalıştığın daha doğrusu bizi içine sokmaya çalıştığın hayatın bir oyundan ibaret olduğunu söylüyorum.

Burçak bir saniye düşündü, : Peki bu kabul edilebilir bir durum ikna oldum . şimdi bu oyun
kelimesinden yine hangi kurguna varmaya çalışıyorsun ?

Tuncay onayını aldıktan sonra artık coşmuştu. Bazen konuşma düşüncenin önüne geçer. Kişi
düşündüğünü konuşacağına konuştuğunu düşünmeye başlar ve bir anda aklında olmayan düşünceler
dilinden dökülmüş olur. Tuncay işte bu anlarından birini yaşıyordu. Kontrolü artık tamamen
bırakmıştı.

Tuncay : Hayat bir oyundan ibaret şimdi beni iyi dinle ben bu oyunu istediğimiz gibi yazabileceğimizi
söylüyorum. Şu dakikadan itibaren yeryüzünün en sinsi oyununa başlayacağız. Oyunumuzun adı hala
hayattayım.

1. Kural kimsenin bir oyunun parçası olduğunu anlamasına izin verme.
2. Kural insanlara yaptırmak istediğini yaptırırken bunun kendi istekleri olduğunu düşünmelerini
sağla yani bir insanın bir fikrini benimsemesini istiyorsan o fikri onun telafuz etmesini
sağlamalısın. Buna çok ihtiyacımız olacak çünkü oyunumuz insanları da kapsıyor. Ve onları
dilediğimiz gibi kullanabilmek için her türlü tekniği kullanmalıyız.
3. Kural gerçek yaşantımızı kimse bilmeyecek. Ne yaparsak yapalım kimse ama kimse bundan
haberdar olmayacak. İki kişilik bir dünya kuracağız ve oyunumuz bu dünyanın yeryüzüne
açılan penceresi olacak.

Burçak artık ne hissedeceğini bilemiyordu yorgun bir edayla : Neye güveniyorsun?

Tuncay : şaka mı yapıyorsun tabi ki cesaretimize

Burçak : bak gönlümü almayı iyi biliyorsun. Şimdi yine benim dilimden konuşmaya başladın. Bu
hoşuma gitti. Ama halen daha oyunun ne olduğunu söylemedin, yoksa kendin de mi bilmiyorsun.

Bunu söylerken artık iyice gülümsemeye başlamıştı. Devam etti : bu bir oyun olduğuna göre bir
puanlaması, derecelendirmesi gibi şeyler de olmalı yanılıyor muyum ?

Tuncay burçağın ellerini avuçlarının içine aldı dudağına küçük bir öpücük kondurup : öldürdüğümüz
her kadın ve her erkek için ve her hayvan için törenler düzenleyeceğiz. Puanlaması yok tıpkı
Hindistanlılar gibi oyunumuzun bir kazananı veya kaybedeni olmayacak sadece oynayacağız.

Burçak ellerini çekerek : öldürdüğümüz derken ?

Tuncay : Evet öldürdüğümüz. Bu güne kadar onlarca hayvanın ölümüne sebep olduk ama bir saniye
durup düşünmedik, bundan sonra da insanların hayatıyla oynayacağız.

Burçak Tuncay'ın ciddi olduğunu görünce iliklerine kadar donduğunu hissetti. Şu an buna bir son
vermeliydi ama gayet iyi biliyordu ki o da bu oyunun bir parçası olmak üzereydi.

Burçak : Bu gerçekten delilik, sen ipin ucunu iyice kaçırdın.


Tuncay : Çok ciddiyim, bugüne kadar onca hayvanın ölümüne sebep olurken bir dakika bile
düşünmedin neden ? evrimde insandan geride oldukları için mi ? o zaman insanlar da kendi içinde
farklılık gösteriyor. Geri zekalıları yiyelim ya da kısa boyluları ya da küçük memelileri sen belirle. Sence
evrimde ulaşmamız gereken nokta neyse bunun altında kalan insanlardan kendimize ziyafet çekelim.

Burçak : Bir şeyi atlıyorsun yasalar bir ineği yemene ses çıkartmaz ama bir insanı yemene izin vermez!

Tuncay : Atlatırız inan bana, iyice planlanmış bir cinayeti kimse çözemez.kurguları ben yaparım sen
sadece yanımda ol. Hem ne kadar büyük birşeyi paylaşıyor olacağımız bir düşünsene,

Burçak : Bilmiyorum bahsettiğin şey çok ama çok uçuk. Doğru hayat bir oyun olabilir. Doğru
gerçekten de nihilistler haklı olabilir hayatta hiç bir şeyin bir değeri yoktur belkide insan hayatının bile.
Kuralları istediğimiz gibi esnetelim ne bilim sabah akşam sevişelim ya da uyuşturucu takılalım. Neden
bir insanı öldürmek isteyelim ki hem ?

Tuncay : kendimize hayatın ne kadar değersiz olduğunu göstereceğiz, biz bir bakıma varoluşu
yok ederek açıklayacağız. Yıllardır içinde tuttuğun o mesajı yüksek sesle dilegetirebilirsin. Biz yok
edeceğiz. Biz ontolojik cinayetler işleyeceğiz!

Burçak artık konuyu kapatmaya yönelik bir çıkış yapması gerektiğini fark etti. Bunun en iyi
yolunun tuncayı yermek olduğunu çok iyi biliyordu : "Süper muhteşem de bir başlık bulmuşsun, felsefe tarihine geçmen an meselesi artık" .

Tuncay : Kes dalga geçmeyi

Burçak : Nasıl geçmeyeyim bir düşünsene ontolojik cinayetler offf ne havalı bir cümle. Eğer insanlar
bunu bilmeyecekse oyunun asıl amacını asla kavrayamacaklarsa neden bu kadar havalı bir isim
verdin ? beni mi etkilemeye çalışıyorsun şimdi de

Tuncay : Ben ciddiyim

Burçak : farkındayım

Tuncay : Sonuç ?

Burçak :düşüneceğim, sakın tek laf daha etme bu gece kafayı iyice çekip uzanıp yıldızları seyretmek
istiyorum. Bunu yaparken bugün konuştuklarınımızı da düşüneceğim. Unutma bu bile çok büyük bir
lutüf!