Türk düşünce tarihi, ne kadar doğru
ifade edilebilir?
Cümlenin içindeki kelimelerin
anlamları üzerine biraz düşünürsek, sorunun cevabına sağlıklı bir şekilde varabiliriz.
Öncelikle günümüzdeki Türk (Türkiye’li Türk) kelimesinin kökenini ve daha önemlisi neyi ifade ettiğini biraz incelemeliyiz. Sonrasında tarih ve
“düşünce tarihi” kavramlarını bu çalışmaya ışık tutacak kadarıyla irdelemeli ve
en sonunda da muhakkak ki “Doğru” kelimesine hakettiği manayı vermeliyiz.
Sondan başlamak gerekirse, “Doğru”
kelimesi asla iyi ya da kötü demek değildir. Doğru : Bir fikrin anlamınının, o
fikri doğuran nesneye denk gelmesidir, yani mümkün olan en sağlıklı ifade
ediştir. Elbetteki hiç bir fikir mantıksal olarak kendisini doğuran nesneye
denk gelemez, fikirle nesne arasında bir eşitlik sözkonusu değildir, (Mantık
biliminin, modern temsilcisi olarak gördüğüm bilgisayar programcılığındaki,
değişkene değer atama yöntemi tam olarak bu duruma denk gelmektedir. Bir
değişkene değer atadığınızda, o değişken sadece o değerin taşıyıcısıdır, eşiti
değil, bu doğrultuda kelimeler de onlara yüklediğimiz anlamın taşıyıcısıdır
eşiti değil) varabileceği nokta Spinozacı doğruluk teoriminde olduğu gibi
“UPUYGUNLUK” olabilir. Türk düşünce tarihi üzerine doğru bir inceleme yapılabilmesi
için, yani upuygun olabilmesi için, fikri doğuran nesnenin en geniş analizinin
yapılması zaruridir. Nesne(Türk düşünce tarihi), ne kadar geniş
algılanabilirse, nesneye denk gelen doğru da o ölçüde upuygun olacaktır.
Nesneye yönelik programcılığı
anlatırken sıkça kullandığımız, televizyon kumanda örneği, buradaki nesne ve
onu ifade eden “doğru” içinde ideal bir model olacaktır. Bir televizyonun doğru
kumandası onu en ideal şekilde yöneten kumandadır. X marka televizyonda Y marka
televizyonun kumandasını kullanmak yanlıştır. Ses yükselme tuşuna bastığınızda
kanal değişir vb.. , ya da hiç bir işlem olmaz, hatta tesadüfen bazı tuşlar
ortak da olabilir. İşte yanlış,uygun,UPUYGUN ve doğru kavramları bu şekilde
algılanmalıdır. Bir televizyona doğru kumandayı üretebilmek için de
televizyonun özlüklerini mümkün olduğunca fazla (yeteri kadar) tanımak gerekmektedir.
Doğru kelimesine hakettiği anlamı
verdikten sonra Tarih ve düşünce tarihi kavramlarını inceleyebiliriz.
Tarih kavramı, andan önceyi
kapsamaktadır. Yani an, her an tarih olmaktadır. Zaman nasıl geleceğe sonsuz gitmekteyse aynı
ölçüde geçmişe de sonsuz ilerlemektedir ve an ve an sonsuza gelecekten, sonsuz
geçmişe yeni değerler katılmaktadır. Tözün çıkış noktası da (en-geçmişi) algı
olarak sonsuzdur. Bu anlamda geleceğe nasıl bakıyorsak geçmişe de bu doğrultuda
bakmamızda fayda vardır.
İnsan yaşamındaki zaman kavramından, ulusların tarihi anlayışına
gidiş, bize tarihi anlamada faydalı bir analojik (andırış) yöntem olacaktır (insan
ve ulus arasındaki bağıntıyı bir tüme varım ya da tümden gelim değil tam
anlamıyla analoji olarak görmek gerekmektedir) . İnsan geleceğini kronolojik
olarak bir değer skalasına yerleştirmez, yani 35 yaşındaki bir insan, 40 yaşını,
50 yaşından yeğ tutmaz, an içindeki varlığını koşullandırırıken belirli bir
zamanı hedef gütmez tüm geleceğini aynı değerde görür(görmelidir de), zaten
bunu bilinçli de yapmaz.Burada perspektif yasasından kaynaklı olarak yakın
gelecek önemli, uzak gelecek önemsiz daha yerinde ifadeyle, yakın gelecek
büyük, uzak gelecek küçük görünebilir, ancak bu sadece görünümdür,değer
farklılığı yoktur. Aynı şekilde geçmişinin de önem sırası yoktur. 20 yaşında
yaşadığı bir olayın an içindeki varlığına etkisi ile 10 yaşında yaşadığı olayın
etkisiyle karşılaştırılamaz ? Geçmişte belleğimize yansıyan tüm düşünceler
bugünkü düşüncemizin oluşmasının sebepleridirler ve aralarında bir kronolojiden
kaynaklı önem sırası yoktur. (Freudçu nedensellik ilkesiyle
karıştırılmamalıdır, bir olayın diğerinin nedeni olması (ya da tem tersi) onu değerli
kılmaz) Sonuç olarak “Elma ile armut
karşılaştırılamaz”. Hele bir de önemin, zamansal bir mefhum olduğu
düşünüldüğünde, yani önemliliğe değerini verenin, anın koşulları olduğu
düşünüldüğünde, zaten önemliliğinde mantıken değişken olduğu bilinir. Ulusların
tarihine de bu gözle bakılmalıdır. Geçmişte yaşanan olayların kronolojik sırası,
onların önem sıralaması değildir ve biz bu kronolojide en üst noktada
bulunarak, en önemli yere kurulmuş olmayız.
Nietzsche’nin de dediği gibi “Biz tarih sahnesinde sofraya en son oturan
misafiriz, en güzel yere değil, bulduğumuz yere oturmak zorundayız”. En son
gelmiş olmamız bizim anımızı tarihin diğer anlarından üstün ya da aşağıda
tutmaz, bu noktada edimlerimizin de en üstün edimler olduğunu
çıkarımsamamalıyız. Tarihsel olaylar, nedensellik ilkesiyle açıklanabilmekle
birlikte asla bir doğrusallık yoktur. Tüm bu bilginin ışığında düşünce tarihini
bir yekün olarak incelenmek, kronolojik incelemeden çok daha uygun
düşmektedir. Örneklemek gerekirse
Aristo’nun felsefesinin, kendisinden 1000 yıl sonra gelen X düşünürün
felsefesinden daha değerli ya da daha değersiz olduğu söylenemez. Elbette X
düşünürü elinde arguman olarak Aristo’nun düşüncelerini de bulundurma lüksüne
sahiptir, üstünlüğü bununla sınırlıdır, ötesinde bir değer verilemez, kaldı ki
tüm düşünürlerin elinde temel felsefe mazlemesi olan BİÇİM olarak VARLIK zaten eşit olarak bulunmaktadır.
Ancak bizlere öğretilmiş olan tarih
algısı nedeniyle sıkça önem sıralaması hatasına düşmekteyiz, bu yanılgı
bilinçli değil tamamen algısaldır ve tam da bu nedenle aşılması çok güçtür.
Türk düşünce tarihinde bu öğretilmişliği aşan bir yer vardır,“ATASÖZLERİ”.
Atasözleri kronolojik olarak birbirleriyle karşılaştırılamayan, hatta bazen
aralarında 1000 den daha fazla yılın olduğu metaforlardır. Ve teoloji(dinbilim)
dışındaki, Türk’lerin felsefik geçmişini en iyi şekilde yansıtmaktadırlar(belki
de yegane).
Son olarak Türkiye’li Türk
kavramını derinlemesine incelemekte fayda vardır. Türkiye’li Türk ifadesi asla sadece
bir ırkı değil (aba sonucunda elbette bir ırkı da), bir çok etnisiteden
etkileşimi, bir yolucuğu, bir göçebeliği, bir yerleşik kültürle karşılaşmayı,
koskoca bir tarihi yansıtmaktadır. Türk kelimesi sadece bir kelimedir, ötesi
olamaz. Altında taşıdığı anlamda asla değer ya da değersizlik olmamalıdır. Bu
incelemede kullanılacak olan Türk kelimesi yerine “HEBELEB” de
kullanılabilirdi, kelimenin sizi rahatsız ettiği noktada, kelimeyi “HEBELEB”
olarak okumanızı tavsiye ederim,yeter ki sizin için 2013 yılında bu coğrafyada
yaşayan insanları vareden kültürü temsil etsin.
Türkiyeli Türk, içinde orta asyadan
anadoluya yolcuğu, bu yolculuk sırasında karşılaşılan kültürlerin kattıklarını,
Arabistan yarımadasından anadoluya yolcuğu, bu yolculuğu kattığı çok
kültürlülüğü, Kürdistan’daki yerleşik feodal hayat kültürünü, Hamurabiyi,
parayı icad eden Lidyalılar’ı, bir kadın uğruna savaşlar başlatan arzulu
Yunanlar’ı, şarabın güzelliğini, zeytin ağacının gölgesini, hamsinin
kıvraklığını, Yahudi ticaret ve cemaat kültürünü, tulumun o coşkulu sesini,Rum
Pontus’u,Lazika’yı,Hristiyanlığı,İslamiyet’i kısacası Anadolu’yu meydana getiren tüm
kültürlerin birleşimini yansıtmaktadır benim için. Çünkü bu inceleme Türk
Felesefe tarihini, Atasözleriyle anlatmak üzerine hazırlanmıştır. Atalarımız ve
sözleri de yukarıda saydığım tüm
unsurları birbiriyle eşit (niceliksel değil niteliksel) bir şekilde
barındırmaktadır. En kestirmeden anlatmak gerekirse, “Boynuzlu” kelimesini
örnek alalım. Kökeni Hamurabi kanunlarından gelmektedir. Hamurabi kanunlarından
önce Hititler’de kocasını aldatan kadın, ölümle cezalandırılmaktaydı.
Hamurabinin bunu dikkate alarak hazırlamakta olduğu kanuna eklemesi gerekiyordu,
ancak biraz yumuşatmak istedi. Ve kanun şöyle belirlendi: “Kadın kocasını
aldatırsa, yaşam hakkı kocasına verilecek, kocası isterse ölmesini, isterse
yaşamasını sağlayabilecektir”. Ancak
aldatan eşi affetmenin de elbet bir karşılığı olmalıdır, erkek eşini affeder ve
yaşama hakkı verirse, hayatının sonuna kadar başında iki adet yapay boynuzla
gezmek zorundaydı. Kadınsa başına siyah bir bez sarmalıydı ki herkes ne mene
insanlar olduklarını bilsin. Bu yüzden, biz Türkler’de eşi(karısı) tarafından
aldatılan ve bu aldatılmayı mazur gören
kimseye “Boynuzlu” , eşini(kocasını) aldatma edimine de “alnına kara çalma”
denir. İşte bu incelemedeki Türk kelimesinin anlamı da tam olarak budur, yani
Hamurabidir,yani Hititler’dir bir yanıyla. Bu örnekten yola çıkarak, yukarıda
bahsettiğim “düşüncelerin kronolojik sıralamasının bir önemi yoktur” önermesini
hatalı olduğu sonucuna asla varılmamalıdır. Yaşanan olayın 3700 yıl önce
yaşanmış olması ve bu geleneğin o zamanın şartlarına göre değerlendirilmesi
gerektiği doğrudur, ancak zamanın şartlarının oluşturduğu düşünce bugünde
varlığını sürdürüyorsa bu “BOYNUZLU” kavramının diğer anlamıyla eşlerin sadakat
zorunluluğunun, Türk kültüründeki yerinin, zamanlar üstü (şu an için) bir
değeri olduğunu gösterir ve tam da önermenin doğruluğunun ıspatı
niteliğindedir.
Son olarak belirtmekte fayda
görüyorum, Türk tanımım geleneksel görüşteki gibi , Türkiye’de yaşayan herkes
Türk’tür şeklinde değildir, Kendisini Türk hisseden herkes ne kadar Türk ise
kendisini Türk hissetmeyen de o kadar Türk değildir.
ATASÖZLER’imizin resmi kurumların
bizlere verdiğinden çok daha büyük manalar taşıdığını görmek sanırım hiç zor
olmasa gerek. Bu çalışmayı hazırlama fikrinin ortaya çıkmasının sebebi olan
“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” metaforunun anlamına TDK atasözleri sözlüğünden baktığımda “küçük de
olsa bazı belirtiler büyük olaylara işarettir”
karşılığını gördüm, oysa ki daha sonra ayrıntısıyla da anlatılacağı gibi
bu söz, içinde, Descartes’ın “Beden ruh ayrımı” Kant’ın “Gnoseoloji”
teoremlerini açık bir şekilde işaret etmektedir. Asla tek bir cümlelik
açıklamayla geçiştirilemez. Mesela “El elden üstündür” sözünü derinlemesine
irdelediğimizde, bizi Alman idealizminin en uçsuz bataklığına kadar sürükler ve
de orada bizi batmaktan kurtaracak bir dal parçası bile vermez.
İşte Türk Düşünce tarihi, yani
sıkça kullanıldığı adıyla, alfebetik sırasıyla ATASÖZLERİ Sözlüğü.
1. Aba altında er yatar
Sözlük anlamı:
Giyim kuşam kişiliğe ölçü olamaz.
Fenomenolojinin(görüngü
bilim) çıkış noktasıdır bu metafor. Giysiler’i giyen bir insandır, yani görünüm
ve varlık birbileriyle ilişkili ama yine de birbirlerinden farklıdırlar. Bir
görünüm, temsil ettiği varlığı ifade etmeye çalışır,ama asla tam bir ifade ediş
olamaz. Her insanın giyim tarzı o kişinin varlığını bir şekilde ifade ediş biçimidir,
ancak bu ifade edişte kesinlikle bir öznellik sözkonudurur. Yani kırmızı mini
bir elbise Ayşe’de farklı bir duygunun ifadesiyken, Fatma da bambaşka bir
duyguya denk gelebilmektedir. Bu nedenle giyinik bir insanı,giysisinden yola
çıkarak anlamaya çalışmak bizi o insana direkt olarak götüremez. Daha ziyade, görünümün
bize verdiği, varlığa varmamızda sadece bir araç olabilir, bu aracın kullanım
kılavuzu ise abanın altında yatan erdir. Günümüz tesktil sektörünün “moda” adı altında
insanları tektipleştirmeye ve belirli dönemlerde her insana aynı görünümü (aba)
vermeye çalışmasının, bu metaforla birlikte yorumlandığında ne kadar da manasız
ve bir o kadar da özyıkıcı olduğu anlaşılmaktadır.
Biri Heidegger
mi dedi ?
2.
Abanın
kadri yağmurda bilinir
Sözlük anlamı:
Bir nesnenin gerçek değeri, ona gereksinim duyulduğunda anlaşılır.
Nesneler
değerlerini sağladıkları faydayla bulurlar, tam bir pragmatizmdir (faydacılık)
bu ilk anda. Varlıkların değeri, ilişkide bulunduğu varlığın gözündeki faydası
ölçüsünde vardır. Sonuçta işlev, varlığın yegane sebebi olarak algılanır. Ancak
çok önemli bir nüans var, söz “abanın
değeri yağmurda oluşur” değil, “yağmurda
bilinir”! Bu durumda , sözün altında
yatan alt anlamsa tüm bunların eksik bir yaklaşım olduğu, her nesnenin aslında
varlığından dolayı zaten bir değer taşıdığını, varlığı işlevli hale getirenin
koşullar olduğunu anlatır. Netice
itibarıyla tüm varlıklar potansiyel olarak değerlidir ve bu değerlerin ölçütü
onu işlevli hale getirecek koşullardır. Koşulların bilinmez değişkenler olduğu
göz önüne alınırsa aslında varlıkların varoluşları anlamında bir değer
farklılığı yoktur, her varlık bir diğerinden daha önemli olma potansiyeli
taşımaktadır.
Biri Spinoza mı
dedi ?
3.
Abdal
ata binince bey oldum sanır, şalgam aşa girince yağ oldum sanır
Sözlük anlamı:
Görmemiş bir kimse rastlantı sonucunda layık olmadığı bir duruma kavuştuğunda,
bu durum kendisinin gerçekten hakkıymış gibi aptalca böbürlenir.
Öncelikle
kelimelerin fonetiği üzerinden bir gönderme var, kendisini sadece sistem araçları
nedeniyle Bey zanneden ve o şekilde davranan kişi aptaldır. Nesnelerin
özlerinin asla değişmez olduğunu, elde ettiği araçların onu daha değerli bir
hale getirmeyeceğini anlayabiliriz. Sınıf farklılığı açık bir şekilde ortaya
konmakla beraber, beyliğe bir öykünme, Bey olmaya çalışana ise aptallık
suçlaması getirilmektedir. Eğer atasözü sadece “Abdal ata binince bey oldum sanır” ile sınırlı olsaydı “Beylik,aksoylulukdan farklıdır, varılınabilinecek
bir sınıftır, sadece taklit etmeyle değil, gerçekten hakedilerek olur bu” diyebilirdik. Bu anlayışı yıkmak için asla yağ
olamayacak şalgam da söze dahil edilmiştir. Burada bir kesinleştirme vardır. Öz
asla değişmez. İnsanlar sınıf değiştiremez, Bey beydir, abdal da abdal. Aslında
Abdal, abdal olarak kaldığında da sorun yoktur, birinin sınıfı değil,
sınıfından ayrılma devinimi onu aptal kılar.Bir diğer taraftan ata binince
kendini bey zannedenin abdal olması sadece fonetikle açıklanamaz. O, herhangi
bir kimse değildir, abdaldır. Bu durumda kendisini gezgin, derviş, boşvermiş ve
dünyevi hazlardan uzaklaşmış olarak göstermeye çalışan kişi de, imkanlarla
karşılaştığında kendisini Bey zannetme potansiyeline sahiptir, yani aptal gibi
davranma potansiyeline. Dervişlikte neticede sadece bir edimdir, imkanlar
karşısında o da farklı davranabilir. Abdallığı onun erdemi için yeter neden
değildir.
Biri Schopenhauer
mu dedi ?