28 Ekim 2014 Salı

Güven ve aşk korkusu üzerine bir deneme..


Toplum yaşamının, sağlıklı kafalarla devam edebilmesinin eter nedenlerinin belki de yeganeleri olan güven ve aşk mefhumlarıyla ilgili genellemelere gidilecekse, öncelikle genelleme kelimesine hakkını teslim etmek gerek herhalde. Genelleme hakkında aklımda kalan en önemli tümce “İnsan kendinden olmayan bir genelleme yapamaz” şeklinde. Bu tümce bana mı ait yoksa genç yaşlarımda etkilendiğim bir başkasına mı şimdi tam hatırlamıyorum ama ne fark eder ki? İdeaların mülkiyetinin olamayacağı ideası en azından bana ait (çelişik cümleler Episode bilmem kaç). Bu genellemeden de anlaşılacağı üzere ben inanıyorum ki, bizlere yukarıdan bakarak, kendileri dışındaymışçasına toplum yaşamıyla ilgili genellemeler yapan, başta ulu önder Sokrates olmak üzere büyük büyük feylesoflar, aslında çıkardıkları tüm savların tam ortasından kopup gelmektedirler. Bu durumda hadsizce yapacağım güven ve aşk genellemelerinin de tam ortasından geldiğimi görmek hiç zor olmasa gerek.

Güven neydi? Samet ona güven mi demişti? (bknz. Selvi boylum al yazmalım)  Hayır! Sevgi gibi hissedene ait bir mefhum olamaz güven! Kişinin hissettiği duyguya güven demesi, onu güven yapmaz! Güvenin, üzerinde ortak bir görüş birliğine varılacak, objektif bir tanımı olmalıdır. O zaman tekrar soruyorum güven neydi? Güven en basit tabiriyle, kişinin beklentilerinin, beklentinin nesnesi haline gelen diğer varoluş tarafından karşılanmasının oranıdır. Güven kelimesine anlamını veren, beklentidir aslında.  

Türk Dil Kurumu misali bir kavrama denk gelen kelimenin anlamını, bir başka kelimeyle tanımlayıp işin içinden sıyrılmak değildir amacım. Beklenti kelimesinin anlamını tüm açıklığıyla gözler önüne ama en başta kendi gözlerimin önüne serimlemek niyetindeyim. Ancak öncelikle güven neden beklentidir bir buna bakalım.

Bir kişiye güven nedir? Tüm örnekleri düşünün, düşünelim öncelikle. Mesela paramızı emanet etmek ya da canımızı? Bir şeyi bir kişiye emanet ettiğinizde ortada oluşan güven, o kişinin o parayı sizin isteğiniz dışında yönetmeyeceğine olan beklentiniz değil midir? Ya da bir halkın ülkenin yönetici kurumlarına güven duyması? Yöneticilere verdiğimiz imtiyazlar karşısında, haklarımızı önceliklendirmelerine karşı girdiğimiz beklenti değil midir burada güven dediğimiz? Ya da hiç dışarıya bakmadan kendimize duyduğumuz güven, kendimizden, gelecek zaman içerisindeki beklentilerimiz değil midir? Yani bir anlamında dasein da bahsedilen varoluş yolculuğunun çıkış noktası. (Heidegger benimle ol, uzanıp yıldızlardan bakalım dünyadaki neslimize). Güven duyma üzerine aklımıza gelebilecek tüm durumlarda ortada hep bir beklentinin kendisini gösterdiğini görmek çok zor olmasa gerek.

Güvenle ilgili tüm tanımlar dönüp dolaşıp beklentiye bağlanıyorsa eğer, bu noktada güven neydi sorusunun cevabı gerçekten de “Samet ona güven dedi” şeklinde verilmelidir. Güven de üzerinde anlaşılması gereken birden fazla varoluşu bağlayan bir mefhum değil, kişinin kendisini ilgilendiren beklenti duygusuna verdiği duygudur, bütünüyle subjektiftir yani. Kişileri güvenilmez yapan da o kişilerin bizlerin beklentilerini karşılamamasıdır kısacası.  Güvenilmezlik karşıdaki kişiye aittir çünkü bizde bir beklenti oluşturmuştur ve sonrasında bu beklentiyi karşılamamıştır çıkarımı da, bizlerin kendi beklentilerimizi yönetememe basiretsizliğinin verdiği sıkıntıdan, karşı varoluşları suçlayarak sıyrılma çabamızdır.


Peki, sevgi neydi? Sevgi güvenmekti? Ama kime? Sadece karşıdaki insana mı yoksa bir insana âşık olduğunda, oluşacak ruh halinde kendi davranışlarına mı? Eğer ki aşk kendi varoluşumuz için eter nedense, geçmiş deneyimlerimizden yola çıkarak ön koşul olarak koyduğumuz güvenden uzaklaşıp, beklentileri fabrika ayarlarına çekmek, aşk korkusu yaşayan insanları tekrar özgür kılacaktır.


9 Ekim 2014 Perşembe

Gezi direnişçileri için Kobane direnişini anlama kılavuzu

Günlerdir sosyal medya ortamında “Şimdi otobüs yakınca Kobane'ye destek mi oluyorsun” vb. sorular soruluyor. İlk günlerde bu soruları, soruları soran kişilerin haleti ruhiyelerinin dışa vurumu olarak görmüştüm ki halen daha birazdan anlatacaklarımı ilk bakışta sezip ama bilinç dışı olarak görmezden gelmelerini bu haleti ruhiyeden kaynaklandığını düşünüyorum.
Peki nedir içinden bir türlü çıkılamayan vicdan ve akıl muhasebesi? Bir yanda, orada masum Kobane halkını tehdit eden aklın alamayacağı büyüklükteki vahşet tehlikesi var. Hem de öyle böyle değil, bütün gezi direnişçilerinin karşısında birleştiği, dini kendine kılıf edinmiş yozlaşmış bir orta çağ vahşeti tehlikesi. Öte yandan yine gezi olaylarında birebir kendisini düşman ilan ettiğini düşündüğü kendi hükumetinin, bu vahşilere verdiği açık destek fikri. Aklı hür vicdanı hür her birey bu durum karşısında elinden geleni yapmak konusunda kendisini mecbur hissetmiştir herhalde. Ancak işte gel gör ki öte yandan uzun yıllardır Terör örgütü olarak gördüğü bir yapıyı savunmak oluyordu bu muhasebenin sonucu.
İş bununla da kalmıyordu, açıkçası biraz fazla cesaret isteyen bir direniş olacağı çok belliydi bu direnişin. Öyle sokaklara çıkıp gaz yemeye benzemeyeceği o kadar aşikardı ki. Bir kungfu değişi şöyle der “Kavgada yumruk yemekten korkmamak çok büyük bir avantajdır, ancak kavgayı yumruk atmaktan korkmayan kazanır”. İşte bizler bu yumruğu atacak cesareti olmayan insanlarız, kaldı ki zaten yumruk atmayı da etik olarak yanlış buluruz. En önemlisi de bu yazının temelini oluşturacak bir soru var aklımızda, Biz kavgacı mıyız? Kazanmak istediğimiz bir şey yok ki! Sadece kendimizi savunuyoruz!
Kobane halkına destek vermek için sokağa çıkamayacağımız daha en başından belliydi ama neden çıkamadığımızı işte yukarıdaki soruyla ifade ediyorduk. Çünkü bizler otobüs yakıp sokakta gördüğümüz IŞID sempatizanlarını linç edebilecek insanlar değildik.  “Şimdi otobüs yakınca Kobane'ye destek mi oluyorsun” sorusunun alt anlamlarının bence en öne çıkanı “Kobane halkının mücadelesinde biz de sokaklara çıkıp sizlerle birlikte olmak istiyorduk, ama siz bu kadar sert olunca biz nasıl bunu yapabiliriz ve hiçbir şey yapmadığımız için vicdanlarımız da bizi rahatsız ediyor ve bunun sorumlusu sizlersiniz”
Öncelikle başkaldırı ve devrim yürüyüşü (kesinlikle sosyalist bir devrim vs.. değil, bir şeyleri kökten değiştirme yürüyüşü burada kastedilen) konularını iyi anlamak gerekiyor. Başkaldırı, kaybedilen haklar artık tahammül edilemez noktaya geldiğinde, kişinin ya da kitlelerin artık daha fazla hak kaybetmemek için spontane olarak başlattıkları bir duruştur, isyandır tam olarak. Devrim yürüyüşü ise temelinde yeni hak talepleri üzerine kuruludur. Kişi ya da gurup birilerinden elinde tuttuğu şeyleri ister. Daha iyi anlamak için basit bir metafor yapmak isterim. Örneğin küçük bir çocuksunuz ve okulda sizden büyük bir serseriye sürekli haraç veriyorsunuz. Artık öyle bir an gelirsiniz ki, ne olacaksa olsun dayak yiyeceksem de yiyeyim ama daha fazla haraç ödemeyeyim şu serseriye der ve başkaldırırsınız. Muhtemelen temiz bir dayak yersiniz, sonra bir daha belki ama bir süre sonra paranız cebinizde kalır. İşte bu başkaldırıdır. Oysaki o serseriden, sizden daha önce aldığı paraları istemek, işte bu bir taleptir. Bunu başarabilmeniz için başkaldırıdaki durumdan çok daha fazlasını yapmalısınız. Başkaldırıda siz edilgenliği reddedersiniz, hak talebinde ise direkt olarak etken olmalısınız, yani yumruk atmaktan korkmayan taraf olmalısınız. Bu metaforda olduğu gibi her başkaldırı içinde bir devrim yürüyüşü potansiyelini de barındırır. Kişi ya da kitle, kaybetmek üzere olduğu o son hakkını koruyunca, daha önce kaybettiklerini talep etmek ister. Gücünce, kararınca. Bu da o kişiyi ya da kitleyi devrim yürüyüşüne sokar. Sistem yüzyıllar içinde bu konuda o kadar güzel savunma mekanizmaları geliştirdi ki, gezi olaylarının nasıl bittiğini hiç kimse anlamadı. Bir noktada müsterih olmalısınız,  nasıl ki sizler hak talep edenleri yani devrimcileri anlamıyorsanız, onlar da sizleri anlamadılar. Neyse konu gezi değil..
İşte bu noktada Kobane eylemleri artık daha fazla hak kaybetmek istemeyen Kürtlerin bir başkaldırısı değildi. Onlar devletten bir şey talep ediyorlardı, kendi ülkesi dışındaki bir savaşa müdahil olmasını. Ayrıca 1980’den beri devam eden Kürt hareketi, o tarihe kadar kaybedilmiş tüm hakların geri talebi şeklinde olduğundan, yapısı gereği devrimci bir harekettir. Burada kesinlikle ne hakları varmış vb sorular sormak yersizdir, çünkü burada haktan kasıt, talep edenin görüşüdür.
Gelelim otobüs yakma konusuna ya da okul ya da benzin istasyonu. Kestirmeden söyleyelim, evet bunlar en basit anlamından Kobane’ye yardım eder, hem de ne yazık ki bu kadar kısa süre içinde müdahale edilmesi gerekirken başvurulunabilinecek yegâne yoldur. Kürt hareketinin bu 40 yıllık süreçte devletten talepleri her daim bu yolla aldığını da hesaba katarsanız farklı bir refleks beklememeniz gerekir.  Hele bir de ölen gençler var ki, bu da yine Kürt hareketinin Kobane’ye destek olunmadığı durumda, nasıl da ölümü bile göze aldıklarının göstergesi olarak yine Kobane’ye çok büyük yardım etmiştir. Özellikle bir şeyi belirtmek istiyorum, ben asla omlet için yumurta kırılması taraftarı sapkın Stalinistler’den değilim, burada sadece durumu açıklığıyla ifade etmeye çalışıyorum.
Bütün bunlar sokaklardaki Kürt gençlerinin bilinçle yaptıkları şeyler değil elbette ama kitleleri sokağa döken yönetici kadroların plan programıdır.  Yöneticiler kitlelerinin nasıl davranacaklarını çok iyi biliyorlardı. Düşünün ben bugün Ali İsmail’in görüntülerini seyredemedim, içim kaldırmadı. Gezi direnişinde öldürülen Berkin’in cenazesinde gözyaşlarımı tutamadım. İşte Kürt hareketi son 40 yılda 60.000 tane insanını kaybetti. Konu nicelik değilse de yine de bu hafife alınacak bir öfke değildir.
Son olarak olayları bütünden koparıp tek tek ele almak şizofrenik düşence yapısının en önemli özelliğidir. Yani bir şizofren bağırsaklarını boşaltmak istediğinde, bunu o anda bulunduğu toplum yapısının bir parçası olarak düşünemediği durumlarda, donunu sıyırıp işini görecektir. Bu konuların bütünden kopmasının en basit göstergesidir. Bir otobüsün yakılmasının Kobane’ye ne gibi yardımı vardır sorusu bu noktada bütünden kopuk sorulan bir soru olduğundan basit anlamıyla şizofrenik bir sorudur.
Bizlere, yani bir kişinin burnunun kanamasını bile istemeyen insanlara düşense, bundan sonraki dönemlerde, belki de torunlarımızın torunlarının yaşayacakları yüzyılları kastediyorum burada, insanların hak taleplerini nasıl barış içinde, bir ütopya ülkesindeymişçesine çözecekleri çözümleri bulmaktır. Unutulmamalıdır ki düşüncede çıkmaz yoktur, sadece henüz bulunamamış mantık kurguları vardır…

Not 1: yazıda büyük ölçüde Albert Camus’un başkaldıran insan kitabındaki fikirlerden etkilenme vardır.