25 Aralık 2018 Salı

Nezaket, adab-ı muaşeret, konfor ve özgürlükler üzerine bir diyalog


Sokrates: Ali, şimdi tam anlayamadığım bir iki nokta var. Sanırım sen çok bilge ve birçok kavramı çözmüş bir insansın (dikkatini çekerim adem babacım Sayın Sokrates aslında şu an benimle dalga geçiyor). Sürekli, insanların aklının, bedenlerinin gardiyanı olduğunu dile getiriyor ve bunu yaşamımız için olumsuz bir şey olarak ileri sürüyorsun. Bununla da kalmıyor nezaket kurallarının, bizlerin aramızdaki ilişkilerinde, aşılması gerken bir sorun olduğunu defalarca dile getiriyorsun. Beni aydınlatacağını ve aklımdaki küçük soruları şıp diye cevaplayacağını biliyorum. Bu cevaplarından ve beni aydınlattıktan sonra da seve seve senin fikirlerinin peşinden gitmeye hazırım. Ama şimdi tutmuş, insanların akıllarıyla yakaladıkları nezaket ve konfor olgularını olumluluk nedeni olarak karşımıza getiriyorsun. Hangisi doğru nezaket bizlerin hayatlarını güzelleştiriyor mu? Yoksa nezaket yüzünden yaşamlarımızda özgürlüklerimizden gönüllü olarak feragat mi ediyoruz?

Ali: Sevgili büyüğüm Efendi Sokrates, öncelikle şunu belirtmek isterim ki sen fikirlerimin peşinden gelmesini isteyeceğim en son insansın. Zaten fikirlerimin peşinden birinin gelmesi kimin uğrunda, bu ironik iltifatlarını kendi EGO’na sakla. Ayrıca sen, en saf ideaları bile kendince yoğurup elde ettiğin farmakon’u insanlara bir deva olarak sunarsın, bunu iyi bilirim. Ama biz öğrencin Platon’un anlattıklarından da biliriz ki, farmakon hem deva hem de zehir demektir ve yine biz artık biliyoruz ki senin zehrin, senden sonraki bütün çağlarda düşünsel hayatı, artık üzerinde ot bitmeyen çorak bir araziye dönüştürdü. Neyse, konu senin insanların zihnine ektiğin o evrensel doğru zehrinin tohumu değil, benim düşüncelerime olan itirazların. Demek nezaket ve konfor benim sürekli eleştirdiğim ama şimdi de yaşamımı güzelleştiren bir olgu olarak sunduğum şeyler. İki konuyu ayrı ayrı ele alalım istersen. Bu hilelerinle başa çıkmada, çağındaki o saf Yunanlılar acemi olabilir ama biz yüzyıllar içinde senin yolundan giden Ortodoks (bu diyalog boyunca dindarlar, sosyalistler, Kemalistler, Leninistler vs.. bütün ideoloji sahipleri Ortodoks kelimesiyle tek seferde ifade edilecektir.)  nesiller sayesinde biraz tecrübe kazandık hileyle yapılan diyalektiklere. Konfor ve nezaket kökenlerinde insan aklının ürünü olmaları bakımından ortak bir noktaya sahip olsalar da ayrı ayrı ele alınması gereken konular. Kaldı ki bu mektubumdaki herşey insan aklı paydasında birlikte ele alınabilir ve bu da bizi kurgusu imkânsız bir yere götürür di mi ama?

Sokrates: Evladım Ali, konuşmalarında bir kin sezinliyorum ve bunun nedenine inmeyi ve bu insanlık düşmanı kin duygun yüzünden seni küçük düşürmeyi hiç istemiyorum. Dediğin gibi olsun, konuları ayrı ayrı ele alalım. Öncelikle sürekli adab-ı muaşeretin bizleri nasıl esir ettiğinden bahsediyordun ama şimdi tutmuş vapur seyahatinin bu kurallar sayesinde nasıl güzelleştiğini söylüyorsun. Bunlardan hangisi senin gerçek düşüncelerin ya da ikisi de mi senin düşüncen yani bir şey hem seni esir edip hep de seni mutlu mu kılıyor. Bunun tek yolu var, o da esirliğinden mutluluk duyman olabilir. Bu da bir yol tabi ama mektubunu inceleme fırsatım oldu ve bir yerde insanların kendi esaretlerini, kendi elleriyle istemlerine de atıfta bulunup bu edimi olumsuzlamıştın. Hani şu üzerine kapının kitlenmesini isteyen köleler bölümü..

Ali: Sayın büyüğüm, kendimi ve düşüncelerimde çelişki olmadığını sana anlatmaya çalışacağım ama sırf bu noktaya yani kendimi ifade etmeye odaklanıp retorik saptırmalarını görmezden gelmeyeceğim. Çünkü benim bir noktada kendime işgüzarca yüklediğim misyon, senin ve senin tarzını benimseyen bütün ortodoksların sahtekarlıklarını deşifre etmek.
İlk cümlenle başlayalım. Zaten bütün diyalog boyunca muhtemelen aynısını yapacaksın çünkü sen hep aynısını yaparsın. Kin duygusunun insanlık düşmanı olduğu ön kabulüyle benim bu duyguya sahip olmamın beni küçük düşüreceği çıkarımını yapıyorsun ama koyduğun dayanak noktası zaten sana ait. Günümüzde bunu senin muhafazakâr torunların da sıklıkla yaparlar. Şöyle sorarlar mesela: “Şimdi sen, dış mihrakların maşası Gezi eylemcilerinin, gerçekten ağaç için mi orada eylem yaptığını düşünüyorsun” Yani dış mihrak maşası olma koşulunu uydurup sonrasındaki iddialarını bu koşula dayandırma teknikleri, hilebazlığın bu kadar ucuzcası. Diyelim ki kin gerçekten de bir noktasında insanlık düşmanı bir hissiyat -ki insana ait olan hiçbir hissiyat teknik olarak yine insanın düşmanı olamaz, kendinde varolan kendinin mahvına gitmez- peki bu hissiyatı duyumsayan mı utanç duymalı yoksa bu kinin nesnesi olan kin duyulan kişi mi? Şu ucuz “seni küçük düşürmek istemiyorum”  yaklaşımını sana yakıştıramadım.  Evet, gerçekten de hem benim küçük düşmem gerektiği bilgisini ortaya sunarak beni küçük düşürdün hem de bunu yapmayan insan olarak kendini yücelttin, bravo.
Aslında konuların ayrı ayrı ele alınması gerektiğini sen de biliyorsun ve bir noktada buraya geleceksin ama öncesinde bir girişgahla retorikte psikolojik üstünlüğü ele almaya çalışıyorsun. Olmadı Sokrates Efendi, dediğim gibi biz yüzyıllardır bu ortadoks diyalektlere aşinayız.

Sokrates: Peki şimdi ben miyim laf kalabalığı yapıp retorik teknikler uygulayan yok sa sen mi benim küstah evladım. Bir araba laf ettin ama soruma en küçük yanıt bile vermedin, tekrar soruyorum mademki nezaket kurallarına uyma edimi yüzyıllar içerisinde bizleri köle yaptı, neden şimdi vapur yolculuğunu, diğer tüm yolculuklara yeğ tutma sebeplerinden en önemlilerinden biri olarak bu kuralları gösteriyorsun? İnsan bir günü anlatırken bu kadar çelişiyorsa ya hayatı anlatmaya kalksa bunun altından nasıl kalkar?

Ali:  Direkt olarak söyleyeyim o vakit. Ben, hayatımızı zorlaştıran kurallar bütünü olan ahlak kurallarına karşı çıktım. Adab-ı muaşeret kuralları da kesinlikle tıpkı dinler ya da senin koyduğun erdemli insan davranış kuralları gibi ya da Eski Roma yasaları gibi, çıkış amacı insanların hayatlarını güzelleştirmek olan ama sonuç olarak insanların birlikte yaşamlarının mahvı olmuşlardır, bu fikrimin şimdilik arkasında olacağım. Daha önce Türkçesini yazmıştım ama hadi eski Yunancasını da yazayım ki, bu düşüncemin temelini sizin döneminiz ne kadar güzel açıklamış gör. Belki de bu söz sana ait tam bilmiyorum ama bizlerin yaşamlarını düzenleyecek her yasa sonrasında bizlerin yaşamlarının zorunluluğu olmaktadır.
τοις μέν δούλοις ή άνάγκη νόμος, τοις δέ έλευθέροιο άνθρώποις ό νόμος άνάγκη.
(Bir yandan kölelerin zorunlulukları yasalardır, diğer taraftan yasalar, özgür adamların uyması gereken kurallardır)
Matemetiksel olarak köleler için koyduğunuz yasalar bile teknik olarak siz özgür insanların zorunlulukları haline geliyorsa, bir de kendi yaşantımızı düzenlemek için koyduğumuz yasaları düşün.
Ben nezaket kelimesini kullanmışken senin bunu adab-ı muaşeretle eş tutup sonrasında bana eş tuttuğun kavram üzerinden eleştiri getirmen de yine güzel bir retorik oyun olsa gerek.  Nezaketle adab-ı muaşeret kesinlikle aynı şey değildir ama ilineksel bağıntıları vardır bunu da yadsımıyorum. Nezaket, insanların birbirleriyle karşılaşma anlarında, karşı tarafın bedenini ya da ruhunu incitmeden bu karşılaşma anını kotarmalarıdır. Bu incitmeme edimi içten gelir, çünkü insan bu karşılaşma anını minumum zarar ve maksimum fayda ile atlatmak peşindedir, çünkü ondaki sonsuzluğun, sonluluğa dönüşünün ete kemiğe bürünmüş karşılığıdır, karşısındaki. Bilir ki, bir insan diğer insana, kendine de zarar vermeden zarar veremez. Nietzsche ve Schoupenheuer’un da belirttiği üzere güç ve istenç karşısında durmamak ve bunların akıp gitmesine izin vermek varoluşsal olarak zorunluğumuzdur. İşte nezaket, insanların birbirlerinde bulunan bu istencin karşısında durmamaktır.

Sokrates: Peki bir nokta benim için halen daha tam oturmadı. Nasıl oluyor da diğer tüm kurallar insanların zorunlulukları olmaları açısından olumsuz oluyor da nezaket konu olduğunda kuralların olmayışından bahsedilebiliyor ve bu nezaket mefhumu zorunluluk olmak açısından bir olumsuzluk arz etmiyor? Sonuçta toy evladım, ister adına ahlak de ister nezaket ne farkeder ki işin ucunda uyulması gereken kurallar olduktan sonra farklı kelimeler farklı tanımlar küçük nüanslardan öteye gidemez ki!

Ali: Burada iki nokta var Efendi Sokrates, birincisi yasalar yaşantımızda her daim vardır, zorunluluklar da öyle. Örneğin yerçekimi yasası her daim vardır ve sen ne yaparsan yap yerçekimini oluşturan ortam değişmedikçe bu yasa geçerliliğini sürdürür. Burada doğanın zorunluluğunun adıdır yasa, yani sadece tanımdır. Yerçekimi, yasalaştığı için zorunluluk değildir, zorunluluk olduğu için yasadır. Tıpkı güçlerin karşılaşma anında birbirlerine yol vermelerinin varoluşları için olumlu olması gibi, burada nezaket, tanımlandığı için uyulması gereken kurallar değildir, uyulması varoluşlarımızı olumladığı için doğal bir yasadır, tıpkı yerçekimi, tıpkı suyun kaldırma kuvveti ya da etoburların avlanmaları gibi…
İkinci bir husus olarak da kuralların değişkenliği var. Mektubumun bir önceki bölümünde sistemlerin an zamanda kurgulanması bölümünde anlatmıştım aslında bunu. Sistemler kuralların tümelleri ise eğer, bu durumda sistemlerin her an değişmesi gerektiği fikri aynı zamanda bu sistemi oluşturan bütün kurallar için de geçerlidir. Bu nedenle de ahlak, din, adab-ı muaşeret vs… her daim değişmek zorundadır ama tüm bu sistemlerin yazılı kuralları bile oluşmuştur değiştirilmesinler diye. İşte bu tam olarak bizlerin gelecekteki davranışlarına zincir vurmaktır.

Sokrates: Açıkcası ben ikna olmadım. Biri de tutup diyor ki bacakarası ahlak yasaları türümüzün devamı için uyulması gereken kurallar bütünüdür. Ahlak biz onu yasalaştırdığımız için zorunluluk olmamıştır, türümüzün devamı yegane zorunluluk olduğu için ahlak yasalaşmıştır, tıpkı yerçekimi gibi.

Ali: Halen daha en kökte anlatmak istediğimi anlayamıyorsun efendi! Nezaket kendinden vardır ya da kendinden yoktur. Nezaketin olması için bunları yasalaştırmanın bir anlamı yoktur demek istiyorum. Adab-ı muaşeret kuralları bir bölümü nezaketi de koruması altına almıştır-zaten ilineksel bağ da bu noktadadır- ama işte tam da burada adab-ı muaşeret kuralı olduğu için yapılan nezaketten bahsetmiyorum ben! Ben sabah vapura giderken, bir kedinin doyduğu zaman kenara çekilip diğer kedinin yemeğini yemesine izin verdiği görüntüyü görüp veyahut da Ay’ın sabah yerini Güneş’e verişini gören insanın, bunu herhangi bir yasayı uygulayarak değil, kendinden yaşamına yansıtmasından bahsediyorum. Yani doğanın zorunluluğu olan nezaketten, içten gelen insan aklının sonucu olan yasalarla belirlenmemiş zorunluluklardan. Oysaki örneğin bacakarası ahlakı, sadece insan aklıyla oluşturulmuştur, içten gelen değildir ve bu nedenle her daim içinde çelişkiler barındırır, oysa doğada çelişki yoktur.
Yine antik çağdan güzel bir örnek vardır bu ahlakın nasıl da çatışma gösterdiğine ve birbiriyle bütünüyle çeliştiğine ve zamanla değişmek zorunda olduğuna. Sophokles’in de muhteşem bir şekilde tragedyaya döktüğü Kral Oidipus’u hatırla Sokrates, yeryüzünde bir insanın çekeceği acıların tamamını bir günde çeken kralı. Neydi hikayenin son gününde yaşananlar? Kral’ımız bir anda anlıyor ki çocuklarının anası, sevgili eşi aynı zamanda kendisini doğuran annesiymiş. Kral’ın güzel eşi-annesi de bir görüyor ki çocuklarının babası, biricik kocası aynı zamanda diğer çocuklarının kardeşiymiş. Kraliçe bu acıya dayanamıyor ve kendisini asıyor. Aynı güç içinde çocuklarının kardeşi, babasının katili olduğunu öğrenen ve sevgili eşi-annesinin intiharına şahit olan Oidipus, kendi gözlerini iğneyle iğdiş ediyor ve öldüğünde Hades’in krallığında çocuklarının yüzlerine bakmaktan kurtulmak istiyordu.
Şimdi bu hikayenin aynı dönemlerde biraz daha doğuda, Avesta’da yazanları kendilerine kural olarak koymuş Zerduştların topraklarında geçtiğini düşünelim. Avesta’da ensest ilişki kutsal olarak görülür. Bütün ilahi Krallar, kızkardeşleriyle, yiğenleriyle hatta dul kalırsa anneleriyle evlenirlerdi.  Bu durumda eğer Oidipus Pers topraklarında yaşıyor olsaydı, annesiyle evlendiğini öğrendiği gün bu acılar yaşanmayacak ve bu muhtemelen ilahi ve kutlu bir olay olarak görülecekti. Belki de yeryüzündeki en acı günü yaşayan Kral, yeryüzündeki en mutlu günlerden birinin kahramanı olacaktı.
Şimdi ahlak ile nezaket arasındaki fark belirginleşti mi?  

Sokrates: Peki Ali, Zerduştlar’ın yanlış bir bilgiye sahip olmasını, yani yakın akraba evliliğinin türümüzün mahvına sebep olacağı bilgisinden yoksun olmasını, nasıl oluyor da türümüzün devamlılığı için bunu kural haline getiren biz Yunanlılar’ın karşısa bir örnek olarak koyuyorsun?

Ali: Yine yanılıyorsun Sokrates, türümüzün devamlılığı için mutlak koşul olan edimler de zaman içerisinde değişiklikler gösterir. Çünkü hem yaşantımız hem de türümüz dinamiktir. Biz türümüzün devamlılığını en başta ensest ilişkiye borçluyuz! Öyle değil mi Adem babacığım? Eğer senin çocukların birbirleriyle birleşip çocuk sahibi olmasalardı türümüz daha hiç başlamdan yok olmayacak mıydı? İşte Zerduştlar, belki de bu bilgiye dayanarak kutsanan ensest ilişkiyi mecbur kılsalardı eğer, günümüzde ensest ilişkilerden dolayı çeşitlenemeyecektik ve bu sefer de gerçekten türümüzün mahvına sebep olacaktık.

Sokrates: Her lafa bir cevabın var Ali, merak ettim acaba önce cevapları hazırlayıp ona göre mi bana sorular sorduruyorsun, yoksa ben soruları sordukça sen cevaplar mı buluyorsun?

Ali: Efendi Sokrates, müsaade edersen bu soruya cevap vermeyeyim. Sonuçta bizim zamanlarımızda insanlar, fikirlerinden hoşlanmadıkları kişilere şizofren yaftası yapıltırmaya bayılırlar ve eğer benim soruna cevabım ikinci seçenek olursa bu yaftayı yemem büyük bir olasılık olur.

Sokrates: Anlaştık, bu konuda sana hak veriyorum. Artık biraz daha temkinli olacağım, nezaketle ilgili görüşlerini açıklamanı sevdim. Her ne kadar düşüncelerine tümden katılmasam da nezaket ve adab-ı muaşeretin farklı şeyler olduğu konusunda ikna oldum.  Şimdi istersen konfor konusuna geçelim mi? Daha mektubunun başında konfor için neleri feda ettiğimiz açıklamıştın bize, hani evde akan suyun bedelinin sadece faturası olmadığını, hayatımızdaki bütün güzellikleri alıp götürdüğünü. Ama şimdi tutmuş konforlu bir seyahatin ne kadar güzel olduğunu söylüyorsun. Bu konforlu vapur seyahati için neleri feda ettin istersen biraz da bunlardan bahset bizlere.

Ali: Sokrates Efendi ama bir konuda anlaşalım, hile yok! Nezaketle adab-ı muaşeretin farklı şeyler olduğu değildi konu, bu ayrımı zaten hilebazca sen yoklamıştın. Ortada olmayan konuyu kabul edip diğerlerini kabul etmediğini söyleme lütfen. Neyse uzatmayacağım. Ben bu cümleni, aslında görüşlerimi kabul ettiğine yoracağım ve bir Sokrates de ancak bu kadar kabul eder karşısındakinin görüşlerini dedikten sonra susacağım.
Evet, konfor konusuna geçelim. Sen hatırlattıktan sonra tekrar dönüp okuma ihtiyacı duydum konfor konusunda söylediklerime. Aslında haklısın, konfor kelimsesini tam olarak günümüz reklam sektörünün bana öğrettiği biçimde kullanmışım. Bu kullanımı bir reklamcı görse şöyle bir reklam panosu asardı hemen iskeleye “Vapurla seyahatlerinizde Jacobs için, kendinizi şımartın”
Konfor kelimesine verdiğim anlamı serimleyip ifadenin hakkını teslim etmek niyetindeyim. Bu anlamda sana yakışır bir torun olarak yine de dik kafalılığımı koruyup bu kelimede ısrarcı olacağım.

Sokrates: Bir saniye dur orda istersen. Ben duyguların tek kelimeyle bile ifade edilebildiği çağlardan geliyorum. Öğrencim Platon sadece bir tek kitabında defalarca Logos kelimesini, her seferinde nispeten farklı anlamlarda kullanarak ifade ederdi kendisini. Vefakat bir kez olsun “Bu kelimeye burada şöyle bir anlam yükledim demezdi” Meğerki sen, benim ruhumu buraya getirip bir diyaloğun içine hapsetmeye kalkıştın, hiç olmazsa bizlere yakışır şekilde devam et yazacaklarına. Tekrar soruyorum, Vapur yolculuğundaki konfor nasıl oluyor da hayatını güzelleştiren bir olguyken, evinde buzdolobından aldığın sucuklara tavada bir yumurta kırmayı geri dönülmez kayıplar olarak görebiliyorsun?

Ali: İşte şimdi tam bir bilge gibi konuştun Sokrates. Gerçekten de sana hile yapma derken kendim peşinden koşmuşum hileli anlatımların. O zaman açık ve seçik olarak kendimi ifade etmeye başlasam iyi ederim kanımca.
Öncelikle ben de konuları tıpkı sizler gibi ekseri olarak olmak ve olmamak yani karşıtlık ilkesiyle anlamaya çalışırım. Bence düşünce dünyasının çoban matı gibi bir tekniğidir bu felsefik problemler karşısında. Ancak rakip, yani çözülmeyi bekleyen problem zor ise bu teknik hiçbir işe yaramaz ve çoban matı denemesi birkaç hamle ziyanından öteye gidemez. Şöyle ki konforu zıttı olan konforsuz ile karşılaştırıp burdadan olumlu ve olumsuz halleri çıkartmak ne yazık ki namümkün. Birşey var ise yok değildir, yok ise var değildir ama gel gör ki konfor varken bile belki de yoktur. Konforun olmadığı durum farklı bir bakış açısıyla aslında konforlu durum haline gelebilir. Örneğin dev ekran bir televizyona sahip olmak bir noktasında konforu temsil ederken diğer yandan televizyonun olmaması, yerine üstad Sterne’nin tabiriyle başka bir boş zaman beygiri koyma şansını yaratacağından, bir anda hayat kalitesinin artmasına sebep olabilir. Sanırım kalite de konforun yapı taşı olsa gerek.  Bu durumda mutlak bir konfor ve konforsuzluk halinden bahsetmek mümkün değil.
Konfora anlamını veren biraz da kişilerin beklenti ve öncelikleridir. Sanırım tam olarak beni ikilemde gösteren nokta da bu, öncelikler üzerine olan eleştrilerimi, önceliklerin bir sebebi değil de sonucu olan konfor algısı üzerinden yapıyor olmam. Bu anlamda müsaade edersen anlatımı daha çok önceliklerimiz üzerinden sürdürmek ve en sonunda konfora bağlamak isterim.

Sokrates: Ama benim cahil evladım hiç mi farkına varamıyorsun, diyalektikle açıklayamayacağın bir konu olduğunu düşündüğün konforu, daha da içinden çıkılmaz bir kavram olan önceliklerle açıklama çabasına giriyorsun? Konfor’u daha karşıtı üzerinden açıklayamadın ki doğada karşıtıyla açıklamanayacak hi bir mefhum yoktur, nasıl olacak da öncelikler konusunu tanımlayacaksın? Sana küçük bir sır vereyim mi önceliği belirleyen şey kıyastır ve öncelik kişinin kendi kıyaslarıyla belirlenir? Sen ki herşeyi görecelendiriyorsun, bu gidişle nasıl bu kadar göreceli bir mefhumu bana anlatacaksın merakla bekliyorum.

Ali: Aslında yine bana bir güzellik yapıp kıyas kelimesini koymuş olman belki de hayatımı kurtaracak bu konuda. İşte tam da bu nokta, seni ve beni birbirimizden ayıran efendi. Mefhumun anlam olarak tanımı, aslında tam olarak onun varolmasına sebep olan herşeyi kapsar. Mefhumların varlığı kesinlikle görecelidir, görecelilik de burada kıyasın varlığından ziyade değişkenliğini gösterir. Konu mefhumlar olduğunda elbetteki herşey kıyasla anlaşılır. Mesela “ön” kelimesinin anlamı oldukça net birşeyi ifade eder. Bir şey ya öndedir ya değildir. Bu anlamda “önde olmak” her daim anlaşılmak için “önde olmama” ya ihtiyaç duyar. Bu durumda öncelikler de elbette ki kıyasla anlaşılabilen bir şeydir. Benim hayatımdaki önceliklerim dediğimde de, öncelik olmayanlarla ancak anlamını bulur. Vefakat konfor kelimesine anlamını veren şey konforsuzluk değildir. Konfor kendi başına varolur ve anlamına kavuşması için konforsuzluğa ihtiyaç duymaz. 
Şimdi bu noktada konforu ikiye bölmeli. Önce eseslı bir tanımını yapmalı.. Zevklerimiz konfor mudur? Yoksa bedenimizin ihtiyaçlarını karşılamak mıdır konfor ya da vaktimizi bize ayıracak makinelerle iş bölümü yaparak hayatımızı uzatmak mıdır konfor. Keyif için olan kısmı, gereklikeri , hayatı bize ayırcak kısmı sağlam bir şekilde birbirinden ayırmalı….

Sokrates: Konfor kelimesinin de kendi klasmanındaki birçok kelime gibi aslında tek bir anlamı vardır. Onun ne olduğunu da sen de ben de gayet iyi biliyoruz. Konfor pratikliktir, konfor günlük hayatı güzelleştirmektir. Konfor benim cahil evladım maddi olarak hayatı kolaylaştırmaktır. Tıpkı bozulmasın diye saklayabildiğin etinin korumacısı buzdolobın gibi..

Ali: O zaman ben kelimeye kesinlikle başka anlam yükledim efendi Sokrates. Ben konforu biraz da ruhumla özdeşleştirdim. Ben geceleri sessiz bir dünyada huzurla düşünebilmek olarak yorumladım, ya da sıkış tıkış bir trafikte seyahat etmektense vapurda çayımı yudumluyarak vapur yolculuğu yapmaktı benim için konfor.
Sokrates: Evladım anlatmak istediğin birşeyler var. Belli ki rahatlığı konforla karıştırdın. Sonrasında önceliklerini devreye soktun. Sen bizlere şunu demek istedin, ben konforuma karşılık huzurlu bir hayatı seçtim, benim vapur yolculuğumda huzur ve rahatlık var ama kaşılığında hayatımı kolaylaştıran bir çok maddi şeyden vaz geçtim ve önceliklerimi bu şekilde belirledim. İşte farkındaysan herşeyi birbirine karşılık ve birbirine tercih olarak ortaya koydun. Yaşamı anlamada tek rehberin diyalektiği sana bir rehber olarak altın tepside sunuyorum evladım, al kana kana iç şu tastan ve kurtul artık bu anlam yoksunluğundan..

Ali: Efendi Sokrates, önemli olan mecalimi diyalektikle mi yoksa yapı sökümle mi ya da çekiç darbeleriyle mi anlattığım değildir. Sonuçta bunlar sedece düşüncenin anlaşılabilmesi için birer aygıttır. Burada kullandığım biçimiyle de birer retorik yöntemlerdir. Benim dağıldığım nokta beden, akıl ve ruh denkleminde konforu nereye koyduğumdur. Konuyu öncelikler üzerinden anlatmak istemem de bu yüzdendi. Benim önceliklerden kastettiğim olayların benim için öncelliği ya da sonra gelişi değildi. Konforun hangi parçama hitap edeceğiydi.
Baştan alalım konfor nedir? Lütfen bana yine konforun tek anlamı var bedenimiz için pratikliklerdir deme. Daha biraz önce sen belirttin bir kelimenin onlarca faklı anlamda kullanıldığı çağlardan geldiğini. Müsaade et ben de konfor kelimesini birden çok anlamda kullanayım.

Sokrates: Logos’un çok anlamlılığı ile konforu nasıl bir tutarsın evladım? Birisi tümden soyut olan birçok şeyi tanımlamak için kullanılan, kaldı ki bütün kullanımlarının kendi arasında bağıntısının olduğu bir kelime iken, diğeri sadece insanın günlük hayatını kolaylaştırmasını temsil eden bir tanımdır. Konfor insanın hayatını kolaylaştırır, güzelleştirir, bunun ötesinde bir anlam yükleyemezsin.

Ali: O zaman tekrar baştan alalım, konfor insanın hangi parçasına hitap etmektedir? Yani ben kendimin beden, akıl ve akıl-beden arasındaki gitgeller olan ruhtan ibaret olduğumu söylerken konforu çok anlamlı kullanmıyorsam bile konforun hitap ettiği parçamı çoklayamaz mıyım?

Sokrates: Bir de bana derlerdi, Sokratesle çok konuşmayın, lafı evirip çevirip sonunda kendisini haklı çıkartır diye. Sanırım torunlarım benden daha cebbal bu konuda. Bu noktada söyleyeceklerini merak ettiğimi belirtmem gerekiyor. Evet, eğer ki kendi “ben” ini parçalara bölüyor ve bu parçalar üzerinden devam etmek istiyorsun seni dinliyorum. Sakın bana konfor aklıma hitap ettiği zaman şöyle ama bedenime hitap ettiği zaman böyle deme! Bu gerçekten tamamen seni bağlar ve ne yazık ki evladım genellemeye gidemediğin düşüncelerini kâğıda dökmenin bir anlamı yoktur. Bunlar sadece senin kafanda kalsa da olur. Tabi bu yazılanları sadece kendine saklamayacaksan ki gördüğüm kadarıyla hiç de bu minvalde ilerlemiyor denemen.

Ali: Ne bedenim burada “ben”, ne de aklım efendi, ruhumdan bahsediyorum hani şu beden akıl dengesi olarak tanımladığım ruhumdan. Ben ruhumu rahatlatan konfordan bahsediyorum.
Uzun uzadıya bir örnek vermek istiyorum çünkü sen de biliyorsun, soyut düşünceler günlük hayatla, yani bizim için karşılığı olan edimlerle örneklendirilirse, akılda uçup gitmektense ayakları yere basar, yani aklın yerçekimine kapılırlar.
Benim evimde, hemen hemen herkesin evinde bulunan bulaşık makinesi yok. Bu aletten yoksun olmamın sebebi de mutfakta yeterli alanımın olmaması. Bu evi seçerken daha doğrusu bu yaşam şeklini seçerken, bunu göze almıştım. Şimdi bulaşık yıkamak gibi angarya bir işi ben kendim yapmak zorundayım, oysaki bir makinem olsaydı bunu o makine yapacaktı ve bu edime ayırdığım zaman da bana kalacaktı. Aynı zamanda evimde televizyon da yok. Televizyon da konforlu bir hayat sunabilirdi bana. Örneğin, bir belgeseli görüntü ve sesleriyle içime işleyecek bir şekilde hem görsel hem işitsel olarak zihnimde imgeleyecekti. Ya da yine kendisini ifade etmenin hazzına kavuşmuş bir yönetmenin içindekileri yine görüntülü ve sesli olarak soğurabilme şansım olacaktı. Peki, günümüzde konforun esiri olduğunu iddia ettiğim köleler ne yapıyor biliyor musun? Gerçekten de bulaşıklarını kendileri yıkamıyorlar ve bir makineye yıkatıyorlar ve sonrasında dev ekranlı televizyonlarının başına geçip her gün aynı tekrarlardan kurulu bir programlar silsilesine ağızlarının kenarından su akıtarak eşlik ediyorlar. Peki, bu zamanlarını onlara veren pratiklik, konfor döngüsü nedeniyle, sonrasında o zamanlarını onlardan ziyadesiyle çalmıyor mu?  Ya da televizyon yayınlarından yapılan yanlı gösterimler, çok daha kötüsünü, kıl özgürlüklerini ellerinden almıyor mu? Bu konuyu çok daha uzun anlatacağım aslında, basın ve medyaya ilişkin çok parlak fikirlerim var ancak bunları seni bu mektuptan uğurladıktan sonra, yeri geldiğinde yazacağım.
Ne diyordum efendi Sokrates, ben dün akşam bulaşık yıkarken gerçekten de vakit kaybettim ve bunu hergün yapıyorum. Ama belki bedenimin bu edime ihtiyacı vardı bunu hiç düşünüyor muyuz? Bu yazıda yazacaklarımın bir kısmı dün bulaşık yıkarken aklıma geldi. Bulaşık yıkarken insan kendisi ile başbaşa kalabiliyor. Sürekli önünde akan su, kirli ve yağlı parçaların senin sayende tertemiz oluşunu seyretmek ve bunun bir parçası olmak ve tüm bunları yaparken tamamen zihninle başbaşa kalmak. Söyle bana bilge Sokrates, bu ruhuma sağladığım bir konfor değil midir?

Sokrates: Dur bakalım evlat, bu yaptığın olaylara pozitif bakış oyunu. Eğer istersen o çok söylendiğin televizyon seyrinden de kendine pozitif bir anlam çıkartabilirsin. “Televizyon seyrederken en azından günde bir kaç saat aklımın hükümdarlığından kurtuluyorum ve zihnimi boşaltabiliyorum” gibi mesela.

Ali: Sokrates, biz senden yüzyıllar sonra neyi keşfettik biliyor musun?  İnsanların mutluluğunun formüllerini! Sizler için yegane felsefe konusu, insanların bir arada nasıl yaşayabilecekleri ve birbirleriyle ilişkilerinin nasıl düzenlemeleri gerektiğiydi. Oysaki sizin o müthiş idealizminiz sayesinde bütün dünya çok korkunç yüzyıllar geçirdi, neyse bunu bilemezdiniz elbette. Akabinde, bu korkunç yüzyıllar sonunda aydınlanma çağı geldi ve bir bilge çıkıp bizlere kişilerin mutluluğa nasıl kavuşması gerektiğinin de önemli olduğunu gösterdi. Hem de bunu gösterdiği kitabına ethica adını verdi. Yani ahlak sadece birbirimizle olan ilişkilerimizi zararsız atlatmamız değildi artık, ahlak aynı zamanda bir aradan nasıl mutlu olabileceğimizdi de, mutluluk ve hisler de girmişti yane devreye. İşte o düşünür insanın kendisini ifade etmesinin onun öz mutluluğu için ne kadar büyük bir kaynak olduğunu o kadar güzel serimledi ki önümüze, yüzyıllar boyunca bütün filozofların da yapmak istediği, yapıyor olduğu şeyi yani. İnsanın kendisini ifade edebilmesi. Televizyonda boşaltılan o kafa var ya o kafa, işte insanlardan konfor adı altında, yegane mutluluk kaynağını alıyor ve işte bu yüzden benim bulaşık yıkarken kendimi sana nasıl ifade edeceğimi bulmam ve bundan yaşadığım biricik hazla sakın karşılaştırma.

Sokrates: Hiç farketmez evladım. Söylediklerinin özü şudur, konforlu yaşam senin kullanım alışkanlıklarına göre avantaj ya da dezavantaj olur. Konforu dezavantaj yapan senin basiretsizliğin ya da basiretle davranışın olur. Bu noktada senin bahsettiğin sorunun kaynağını konforda değil de konforun yaşamlarınızdaki yerinde aramalısın

Ali: Söylediklerinin aksi iddia edilemez elbette ama sen de konfor döngüsünü hafife alıyorsun. Yani bugün öyle bir algı oluşmuş durumda ki, konforlu yaşam bir bütün olarak ele alınmalıdır yani bize konforu verip zamanı bize bırakan aletler aynı zamanda bizden konforu alan mekanizmanın sonucu haline geliyor. Bugün hangi model bulaşık makinesinin bize daha çok zaman ayırabileceğinin bilgisini ancak televizyonlarda reklam kuşaklarını takip ederek ulaşabileceğimiz bir kandırmacalı yayından alabiliyoruz sanki.
Efendi söylemek istediklerimi tekrar toparlamak isterim. Vapur yolculuğu benim için bir konfordur. Çünkü güne elimde kahvem, mis gibi deniz havasında ve karabatakların suya paralel uçuşlarını seyrederek başlamak kelimenin hangi anlamını olursa olsun ruhuma sağlayacağım en büyük konfordur. Karşılığında gece dışarı çıkamamayı, eşden dostan uzak durmayı ve hatta bulaşıklarımı elimde yıkamayı tercih ettiysem de bu konfordan vazgeçişlerimdir.
Son söz olarak şunu demek isterim, benim için vapur yolculuğu ile güne başlamak, doğanın güzelliklerini seyrederek günü sonlandırmak ve makinelerin gürültüsünden arınmış, derin bir sessizlikte sadece doğayı dinleyerek hayaller içinde uykuya dalmak ruhuma sağladığım konforu ifade eder.

Sokrates: Peki, dediğin gibi olsun. O zaman Ruhunun bedeninin hapsinden kurtulup bizlerin yanına geleceği ve gelecek yüzyıllarda bazen çağrılıp kitapların içinde hapsedileceği zamanlarda görüşmek dileğiyle.

Ali: Ruhun şaad olsun Sokrates, yine gel..




18 Mayıs 2017 Perşembe

Acılar karşılaştırılmaz...



Tahsin bir yandan bardakları değiştiriyor bir yandan da söyleniyordu.  “Artık bu bardakların içine sigara izmariti atmaktan vazgeçmemiz lazım” Ben her zaman ki gibi onun asabi ve keskin hareketlerini seyrediyordum. İkimiz de ev işlerinde çalışkan sayılırdık da aynı anda bir iş yapma konusundaki basiretsizliğimizden olsa gerek, herkes canının istediği anda, uygun gördüğü anda ortak işlere girişiyor ve diğerinin yardımını bırak talep etmeyi, kabul bile etmiyordu. Biz takım çalışmasına uygun insanlar olamadık sanki.
Onu seyrederken kendi yaşlılığımı görmüyor değildim. Bunun bana verdiği hissiyat nasıl denir, bir astroloğa gidip kötü kehanetler dinlemek gibi bir keyif olsa gerekti. İnsanoğlu ne garip, zihnimiz ne kadar da zamanın ruhuna ters çalışıyor. Geleceğin belirsizliğini, önceden bilinen en kötü olasılığa tercih edemeyiz bizler. Yeter ki bir şeyler net olsun, ölçümlenebilir, öngörülebilir olsun da varsın en kötü olasılık olsun.
Haklısın dercesine salladım başımı ve ekledim peşine “bir ara sigarayı bırakalım, burada çok pahalı gerçekten”

Dışarıda basık bir hava vardı. Yüksek basıncı duyardım hep ama ne olduğunu burada öğrendim. Yüksek basınç genelde sıcak bir havaymış meğer, sıcak ama basık bir hava. Gün boyunca böyle bir havya maruz kaldık. Hatta o günün sabahındaydı, buraların havasıyla ilgili ilginç bir diyalog geçmişti aramızda. Ben balkondan dışarıyı seyrediyor bir yandan da düşünüyordum. İçimde inanılmaz bir koşma isteği vardı, uzun zamandır koşulara çıkmadığım için olduğunu düşünmüştüm. Tahsin yanıma yaklaştı, “Ne yapıyorsun ufaklık, karşı evdeki doktor kadını mı seyrediyorsun yine” diye takıldı.

“İçimden koşmak geliyor abi, biliyorum hava çok sıcak ama hiç durmadan koşmak istiyorum” Galiba bu geceki içki masasının sebeplerinden biri de bu cümlem oldu, durun anlatayım.

Ben bu cümleyi kurup Tahsin’e döndüğümde yüzünde o kaygılı ifadeyi gördüm, kaşlarımı çatıp, kafamı kısa aralıklarla sağa sola titretmek yöntemiyle  “ne var neden öyle bakıyorsun bana altı üstü koşmak istiyorum” dedim. 

Meğer buralarda bir hastalık varmış, bir delirme anı. Avrupalılar oğlak dönencesi bölgesinde ilk kez yaşamaya başladığında rastlanmaya başlanmış buna. Ciğerler çatlayana, nabız 250 ‘lere vurana kadar koşma isteği. İlk kez bunu Zweig’ın kaleme aldığını anlattı.

“Ahmet, akşam rakıya mı otursak?” dedi,
“Olley!! süper fikir” diye cıvıdım hemen.

Akşamüstü başlayan yağmur yeni kesilmişti. Terasımızda nispeten serin sayılabilecek bir havada başlamıştık soframızın keyfine. Şişenin yarısı duruyordu ve ikimiz de bu şişenin ne kadar değerli olduğunu biliyorduk. Türkiye’den binlerce kilometre uzakta, hiçbir şekilde rakıya ulaşma şansımızın olmadığı bir hayat sürüyorduk uzun zamandır. Bin yılda bir misafir gelirse, yakın ülkeye bile olsa hani o geliş, ondan rakı istiyor ve sadece özel günlerde açıyorduk şişeleri. Son gelen misafir 2 tane büyük rakı getirmişti ve ikisini de aynı ay içinde içmiş olmanın rahatsızlık duygusu üzerimizdeydi.

Tahsin bardakları değiştirdi, öyle ya şimdi balık bitmiş sadece peynirle yuvarlanacaktı dubleler, yağlı bardak olmazdı.

Balık faslı bittikten sonra bardak değişmelidir, adap budur. Balıkları elle yiyorduk ve bardaklar dışarıdan gelen birinin midesini bulandıracak kadar yağlı ve çirkin oluyordu. Ben ekseri önce doyuyor ve bu sırada sadece bir duble içiyordum, sonrasında kendime mezelik biraz balık hazırlıyor, yani kılçıkları ayıklanmış ve çatalla yenilebilecek kıvama gelmiş parçaları tabağıma yerleştiriyor ve gidip ellerimi yıkıyordum. Sofranın ikinci faslı böyle başlıyordu benim için. E bu durumda da yağlı bardak nahoş bir durumdu tabi.

Tahsin temiz bardaklarla gelip, tekrar sofraya oturdu, müziği kapatıp telefonundan Ahmet Kaya açtı, “Hep sonradan”

Biraz durdu,  durdu, durdu ve durdu… geliyordu o an, gözleri kızarmaya ve sulanmaya başladı. İçimden “ben seni uyarmıştım” diye geçirdim ancak bunu dillendiremedim, öyle ya ne fark ederdi ki? Ben ona değil de, Tahsin bana “bu kızdan uzak dur bak sonra çok üzüleceksin” deseydi eğer, uzak mı duracaktım? Hem şimdi ben söylemiştim demek, Tahsin’in gözyaşlarına hakaret olmayacak mıydı? Kafamdan geçenlerden tiksindim, arkadaşım gerçekten acı çekiyordu, gerçek acıyı görüyordum gözlerinde ve benim odak noktam halen daha ona ne söyleyeceğimdi.

Şarkı bitti ve peşine kendine iyi bak çalmaya başladığında artık bağıra bağıra ağlamaya başlamıştı dostum. Onu ilk defa böyle görüyordum ve ne yapacağımı gerçekten bilemedim. İçimi dolduran kaygı sadece Tahsin’in mutsuzluğu değildi, bir yandan da komşuların rahatsız olup olmayacağını düşündüm, şimdi hiç gerek yoktu yarı İspanyolca, yarı İngilizce ama ekseri beden diliyle durumu anlatmak “Aman, neyse ne” dedim içinden. Sessiz ağla denmezdi ya adama.

 Söz sırası acılı adamdaydı. Tahsin şişmiş gözlerini bana dikti ve “sakın bana ben demiştim deme” diyebildi.

Beklediğim girişi aldım ve arkadaşımı teselli etmeye koyulmak için içten içe kımıldanmaya başladım. Eskilerde, hüzünlü bir adam karşısında tek derdim ne diyeceğim olurdu, zerre hissedememiştim bu güne kadar bu tip masalarda yaşanan acıları, sadece kendi görüşünü beyan etmek için kullanırdım dostlarımın acısını. Aslında çok da pis bir adam değildim ama işte maddenin tabiatında ne varsa benim de tabiatında onlar vardı. İlginçtir şimdi susuyordum. Bir erkek ağlayınca iş değişiyordu, erkekler ağlamazdı değil mi? Oysa ne çok ağlarlardı da gözyaşları içe akardı, erkekler ağlayamazdı ama yine de, erkek gider sorununu çözerdi, dert ki o acının bir çözümü olsun. Sonuçta biz 20 yy’ın evlatları bir yerde “aşkın metafiziğinin” yani Schopenheuer’in askerleriydik.

Yine de geri adım atmadım, çıkıştım.

“Ah be Tahsin, ah be abi, bu hikâyenin böyle biteceği o kadar belliydi ki, neden soktun kendini bu duruma? Aranızda 20 yaştan fazla var, kültür farkı, din ve dinsizlik farkı var. Nasıl göremezdin o genç kızın seninle sensiz yaşamı arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığında ağlayarak da olsa sensiz bir yaşamı seçeceğini? Kim seni seçebilir ki oğlum bu dünyada, kimde var o göt? Hem de o küçük dünyasını karşısına alıp sadece seni?“

Hiçbir anlamı yoktu söylediklerimin. Ne yani, senin hatan mı diyordum adama şimdi? Adam tutup bana, “ah be ahmet o kadar belliydi ki bir gün öleceğin, doğduğun günden beri bedenin çürüyen bir organizma olarak dünyaya fırlatılıyor, bedenin bir gün ruhun ve ölüm arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa ölümü seçecek, kadim zamandan beri böyle olmuş, neden yaşadın ki sanki ölmeyecekmiş gibi “ dese, benim ona söylediklerim kadar manalı olurdu.

“Görmedim değil Ahmet, görmedim değil, inanmadım, inanamadım sadece. İnsan gördüğü şeye değil istediği şeye inanır ya işte ben de öyle yaptım. Bir de ben bu kadar acıyacağını hiç bilemedim ki, daha önce bu acıyı deneyimlemedim olum biliyorsun?”

Müzik karışık çalmaya başlamıştı artık ve kimse kontrol etmiyordu. Ruhi Su’dan Mahsus Mahal’deydi şimdi kulağım. Acaba arada başka bir şey çalmış mıydı? Ne kadar zaman geçmişti? Türküye verdim tekrar kulağımı. Bu türkü değil miydi İbrahim Kaypakkaya’nın Diyarbakır zindanlarında söylediği türkü? Hani her gün türlü işkenceler gören, önce parmaklarını sonra ellerini ve ayaklarını bileklerinden kestikleri işkenceler. 4 ay süren ve sonunda ölüme giden o yaşam…

Tahsin bir anda eşlik edince “Derdin ucu derindedir” diye, hem de o acılı yüz ifadesiyle, tutamadım kendimi bağırmaya başladım. “Sen ne saçmalıyorsun Tahsin! Hangi derdin ucu derinde, aşk acının mı? Hem de bu Türküde! Sen türküde adı geçen Farz-u Mahal misin sevdiği uğruna bir kayanın altında ezilip ölen yoksa İbrahim misin zindanlarda kesilen parmakların sızlarken bu türküyü mırıldanan? Nedir Tahsin? Acın nedir ha senin? Sevdiğin kızın ailesi sizin birlikte olmanızı istemedi hem de kızlarını düşündükleri için, sen ona bakamazsın diye çektiler restlerini. Kızcağız da şu an debeleniyor sana gelmenin bir yolunu bulabilmek için, hem de senin gibi babası yaşında koca bir kaybedene gelmek için! Başladığı hiçbir işi bitirmeyen, muhtemelen o kızcağızı da üç beş gün sonra yarı yolda bırakacak senin için.”

İçkinin de etkisiyledi, hiç gerek yoktu bu çıkışa, kalbini kırdığımı fark ettim ama geri de dönemedim. Acının karşılaştırması olmazdı elbet, her acı düştüğü yeri yakıyorsa gerisi önemli değildi, acıydı işte. Ama insan karşılaştırmadan da edemiyordu hani. Nedir yani hangi derdin ucu derinde değildir ki?

Şimdi Tahsin’in sesi kesilmişti. Sessiz sessiz ağlamaya devam ediyordu bir köşede. İnsanın içini burkan bir hal almıştı durum, hem acı çekiyor hem çektiği acıya kendisi bile acıyordu. Çektiği acıdan utandırmıştım onu, bravo bana.

“Haklısın” dedi kısık bir sesle. “Haklısın Ahmet canımın yanmaması lazım da yanıyor işte.”

“Öyle demek istemedim” dedim. Ve ekledim “Elbet yanıyor canın, sadece geçecek, ucu derinde ama yine de geçecek, sadece biraz çaba be Tahsin, ağlamak yerine çaba sarf etsen?”

Tahsin şimdi biraz kendine gelmişti, gözyaşı dökmek galiba içeride kalan acıyı sıvı olarak vücuttan atmak gibi bir şeydi. Acıyı sıçmak ve rahatlamak belki de. Daha duru bir ses tonuyla devam etti “Söylediklerin bana iki yıl önce İstanbul’da içki ısmarladığımız adamı hatırlattı, hani yarım yamalak Türkçe bilen şu Suriyeli doktor, hatırladın mı ?”

Şimdi sohbet zamanıydı, en azından bu gece acısından uzaklaşmaya başlamıştı, yine de bir şeydi bu.

 “Nasıl hatırlamam” dedim.” İçince ağzı burnuna kayan adam, sonrasında hikâyesini anlattığında bütün gecemizin içine sıçtı diye kızmıştık arkasından“

Tahsin : “Evet, kızmıştık. Önce ona acıyarak soframıza oturttuk, sonra bize hayatımızda duyabileceğimiz en acı hikâyeyi anlattı diye ona öfkelendik, iyi hatırladım şimdi” dedi.
Rakımdan küçük bir yudum aldım,  bu duble biraz ayarsız olmuştu ,alkolün verdiği tattan yüzümü buruşturup devam ettim.

 “Çok mu sarhoştuk biz o gün? Nasıl öfkelenebildik adama çok içip sapıttı diye? Neyse evet hatırladım. Önce iki çocuğunu kaybetmişti savaşta, sonra da karısı intihar etmişti, Türkiye’de tecavüze uğradı için. Şimdilerde de Beyoğlu’nda sokaklarda yatıyordu”

Tahsin bir an durdu, aklına birden gelivermiş gibi ekledi :” Unutmadan bir de savaştan önce uzman doktormuş”

Nereye varmıştık şimdi? Anladım ve sordum: “Yani Tahsin, o adam da aşk acısı mı çekiyordu?”

Başkalarının acılarını neden paylaşırız adlı bir kompozisyon yazmak isteseydim eğer, ilk sıraya “o an orada bulunduğumuz için hepsi bu” sebebini eklerdim ama hemen peşi sıra da “daha sonra o acıya bakıp kendimizi iyi hissetmek için” maddesini yazardım. Şimdi o zavallı Suriyeli’nin acısını bu masada kendimizi iyi hissetmek için kullanmıştık, bizim açımızdan bakıldığında, iyi ki de çekmişti o acıları yoksa ne yapardık şimdi.

Tahsin : ”Hayır, haklısın sanki. Bu insanların çektiği acı karşısında benimki nedir ki? Altı üstü işsiz güçsüzüm diye sevdiğim kadın benden gitti, giderken de ağlıyordu seni seviyorum diye. Ağlamasaydı keşke Ahmet, o zaman belki dayanabilirdim, ağlıyordu”

Ben pası almıştım bir kez, bu gece daha fazla hüzne, bizim hüznümüze yer yoktu:

“Peki ya o Suriye’li doktor? Onun acı çekmeye hakkı var mıydı? Onun acı çekmeye hakkı vardı da neden tahammül edemedik bir an bile onu dinlemeye? Arkasında bir kez bile aramadık sormadık nasıl oldun diye? Kimin acı çekmeye hakkı olup olmamasından bize ne? Senin yoksa eğer, ne diyelim varsın olmasın hem ne çıkar, acın azalıyor mu?”

Tahsin esnedi: “Haklısın ne çıkar? Neyse, yarın uzun bir gün olacak. Şimdi yatmalıyım ben, uzun zamandır bu şekilde uykum gelmemişti kaçırmayayım” dedi ve ekledi “Ufaklık masayı… neyse siktir et“

Kalan rakıya söyle bir baktım, yüzüm gülümsedi, sonra hemen toparladım. Ayıp mıydı, rakı biraz kaldı diye gülümsemem acaba? 


“Ortalığı ben toplarım, hadi sen git yat, aklından da çıkartma, istersen her şey yoluna girecek”

7 Mayıs 2017 Pazar

İçimizdeki o muazzam his: Anksiyete


Kelimelerle anlatılamayan şeyler var elbet ama yazarken elimizde kelimelerden başka da araç yok ne yazık ki. Hatta daha vahimi, kelimeleri referans alarak düşünmeye başladığımız çağlardan beri sadece karşımızdaki kişiye değil, aklımızdan geçenleri kendimize ifade etmekte de yegâne aracımız oluvermişler. O zaman o araçlara doğru anlamlarını teslim etmeye çalışmakla başlamalı işe. Ne de olsa başlangıçta söz vardı ve söz tanrıydı.

Pek muhterem çevirmen bir arkadaşım söylemişti, eş anlamlı kelime yoktur diye, çünkü eş anlamlı olacak olsalarmış birinden biri zaten kullanılmazmış, biri yetmemiş ki diğeri girmiş dile. Her daim birbirlerinden farklılıkları mevcutmuş ve tam da bu yüzden çeviride buna çok dikkat edilmeliymiş. Hele nesneleri değil de hissiyatları anlatmak için kullandığımız kelimelerde bu durum daha elzem bir hal alıyor zannımca. Bir de, birbirine eş hissiyatın da olmadığını düşünürsek…

Aslında bakarsanız aynı kelime aynı kişi tarafından bile hiçbir zaman aynı anlamda kullanılmaz bunun bilincini de taşıyorum elbet de ve yine pek tabi Herakleitos’un o ırmağında nelerin döndüğünden haberdarım. Az girip boy vermedim o güzel ırmakta, az yıkanmadım. Benim burada kastettiğim biraz daha basit düzlemde eş anlamlı kelime olamayacağıydı. Lafı evirip çevirmeden söyleyeyim, umut ile beklenti kelimelerinden bahsediyorum. Yani umut ile beklenti hissinden, hani birbirinin yerine kullanılan ama aslında birinin bittiği yerde diğerinin başladığına inandığım ve belki de sonuçları açısından var olabilecek en zıt anlamlı iki hissin birbirine karıştırılmasından bahsediyorum.

Biraz sabır sevgili okur. Birazdan size anlatacağım gibi, bence yaşamlarımızın pınarı olduğuna inandığım bu kavramları uzun uzun anlatmam gerekiyor ve bu anlatım sırasında çok kritik bir hissiyata karşılık gelen bir kelimeye daha ihtiyacım var, başlıktaki kelimeye, anksiyeteye.

Anksiyete, yani kaygı,  birçok düşünüre göre gelişimimizin olmazsa olmaz yapı taşıdır. Şöyle ki, bugün psikiyatri servislerinde üç kuruşluk ilaçlarla tedavi edilmeye (kontrol altına alınmaya) çalışılan bu hissiyat olmasaydı insanlık gelişmezdi. Ha gelişti de başı göğe mi erdi insanlığın, vallahi o kısmını ben de bilmiyorum ama işte gelişemezdi. Geçelim insanlığı, kendimize bakalım. Bizi her daim harekete geçiren şey içimizdeki kaygı olmamış mıdır? Kendinize sorun bunu, ne yazık ki nasıl bir doğruluk payı olduğunu göreceksiniz. Mesela alanlara neden çıkarsınız? Polisten o misk kokulu geniz açıcı hava değişimini neden yersiniz? Bir şeylerden duyduğunuz kaygı olmasaydı hiç yapar mıydınız bunu? Sevgilinizle kavga ettiğinizde neden örneğin çiçek alırsınız? Hakikaten kuzum neden yaparsınız bunu? Kavga etmeden alsanız da hiç kavga olmasa? Olmaz işte, öyle işlemiyor işler değil mi? Müşterinin sizden istediği projeyi yetiştirmek için neden çaba sarf edersiniz? Neden ders çalışırsınız? En küçük ediminizi düşünün neden yaparsınız? İçinizdeki kaygı hissiyatı olmadığında hareket eder misiniz? İşte anksiyete tüm hareketlerinizin temel nedeni sanki ve o çok bilmiş düşünürler yine haklılar. E adı üstünde düşünür, hiç düşünenle düşünmeyenin söyledikleri bir olur mu?

Varoluşumuz çok acımasızdır sevgili okur, eğer onun senden istediği bir şey varsa bunu alır her daim. Senden hareket etmeni isterse içine öyle bir hissiyat verir ki sırf o hissiyattan kurtulmak için onun istediği şekilde davranırsın. İşte o hissiyattır anksiyete. Senin içinden yok olup gitsin diye elinden neredeyse ne geliyorsa yapmana sebep olan hissiyat.

Varoluş demişken, bu konuda sözlerini asla kulak ardı edemeyeceğimiz Heidegger’e dokunmadan edemeyeceğim. Biliyorum çok sıkıcı bir nokta, ismi bile ürkütüyor insanı ama durun bu yazıda terminoloji olmayacak, zor kavramları da anlatmayacağım sadece kaygı ve beklentiyle ilgili kısımda kendimce bu şarklı düşünürün ne anlatmak istediğini sizlere aktaracağım. Bir iki cümlecik belki bir paragraf söz. Hem bir noktada beklenti, umut kelimelerini birbirinden ayırmak istiyordum ya işte hah o nokta tam da bu nokta.

Heidegger varoluşu anlatırken orada olmak kavramını kullanıyor ya işte orası neresi? Gelecekte bir yer. Benim onun “varoluşun”undan anladığım şudur: İnsan geleceğe, kısacık bir zaman sonra ya da daha uzun ya da upuzun zaman sonraya, yani şu andan sonrada belli bir yere hayali bir kendi koyar. Ben x zaman sonra şu durumda olacağım diyerek kendisini beklentiye sokar. Sonra bu beklediği kendisine yaklaşmaya çalışır ve bu bilinç açık olduğu sürece sonsuz kez tekrarlanır. İşte gelecekte bir yerde koyduğumuz kendimize ulaşma çabasına da o yolculuğa da varoluş yani yaşam deriz. Bitti.

Demek o ki, bırakın dünyanın, sevgilimizin, müşterimizin, onun, bunun ve şuyun bizden beklentilerini karşılama çabasının bizi hareket ettirmesini, bizim kendi yaşamımız dediğimiz şey bile beklenti ve anksiyete temelinde yapılandırılmıştır.  Pis bir hissiyata sebep olur beklenti, acı vericidir ama olmazsa da olmazıdır yaşamın.

Gel gelelim umuda. Oysa umut bunun tam tersidir. Beklenti ne kadar batı ise umut o kadar doğudur, beklenti ne kadar bilimse, umut o kadar metafiziktir. Çünkü beklenti ne kadar “ben” ise umut o kadar “ben ve benim dışımdaki dünya”dır. Ve en önemlisi, beklenti ne kadar kaygı ise umut o kadar ferahlamadır.

Beklentilerimizi yönetmemiz gerekiyor sevgili okur, nihayetinde sıçmışım insanlığın gelişimine, banane buharlı makinenin icadından diyerek beklentilerimizi minimuma çekmeliyiz ki -en azından ben öyle yapmak isterdim- o pis anksiyete hissiyatını bir yerlere gömelim. Ve bunu başarırken de umut etmeyi öğrenmeliyiz. Bırakın her şeyin sizin kontrolünüzde olduğu yanılgısını, belki de milyon parametre birleşir ve sizin gelecekten istediğiniz şeyler yine gerçekleşir, hem de sizin tasarrufunuzun sonsuzun yanındaki bir doğal sayı kadar az olduğu bir şekilde. İşte bu umuttur sevgili okur, beklentinin bittiği yerde başlayan şey. Yarattığı hissiyat da tam tersidir, ruhunuzu kemiren anksiyatenin yok olması ve kocaman bir ferahlama hissiyatının yerleşmesidir kalplerinize.

8 Ocak 2017 Pazar

Mektuptan bir bölüm, Korku ve İyilik


Tüm bu varoluşa ters iş yaşamı, insanlığın bekasına düşman insan ilişkileri, iliklerimize kadar nüfus eden mutluluk gardiyanları ve bilumum defolarına rağmen neden halen daha bu yaşamlara, bu modern zevzekliğe tahammül ediyoruz? Tahammül etsek yine iyi, yeni gelin misali sarılıp bir türlü bırakmak istemiyoruz bu sentetik yaşamları?

Dün bir arkadaşımla oturmuş içeceklerimizi yudumluyorduk. Ben bir türlü zincirlerini kıramayan birinden dert yanıyordum. Bir türlü zincirlerini kıramayan birilerinden, üç beş kişiden, onlarcasından ya da milyonlardan değil, sadece birinden. Neden sadece bir kişi, çünkü yine kendi geleceğimin peşindeydim. Ah şu kahrolası ben yok mu ben. Neyse dağıtmadan devam edeyim. Arkadaşım bana kişilerin güçlerinin ne kadar da kişisel bir şey olduğunu,  yani kendi kapasitenle başkalarının davranışlarını yorumlayamazsın tümcesini o kadar güzel anlattı ki kendisine şu örneği verebildim: “Yani ben, daha İstanbul’un yedi tepesini gezmemiş birisini Everest’e tırmanmaya davet ediyorum ve safça bunu yapmasını dayatıyor, ötesi yapamadı diye ona öfkeleniyorum“
Sonra bana Marks’ın  (hani şu son algı bükücü iyi yürekli bay yanlışın) çok duygusal bir anında kadim dostu Engels’e kurduğu o meşhur kelamlarından birini söyledi. “hic rhodus hic salta” “işte Rodos atla” Aesop’tanmış deyiş  aslen, ben de bilmiyordum.

19 yy Fransız komününde işçi hareketleri tam da o muazzam zaferi kazanacakken bir anda yenilgiye uğrayınca kurmuş bu cümleyi sakallı büyüğüm. İşçiler, ezilenler bin yıllardır süregelen o kaderi tam da değiştirecekken işte o son adımı bir türlü atamadığı için kurulan bu cümle ışık tuttu düşüncelerime.
Vakti zamanında Atinalı bir atlet Rodos’a gidiyor.  Geldiğinde anlatıyor orada nasıl bir atlayış yaptığını, biri de çıkıp yere Rodos yazıyor. Sonra ekliyor “Αὐτοῦ γὰρ καὶ Ῥόδος καὶ πήδημα “Rodos oradaysa hadi atlayış burada”

İşçi sınıfı bin yıllardır ayaklarındaki zincirden yakınıp durdu ya işte tam da ayaklarındaki pranganın kilidi çözüldüğünde o zincirleri fırlatıp özgürlüğüne adım atacak o son atlayışı yapamadı, neden? Ve Marks’ın bile uykularını kaçırdığını düşündüğüm ve kendisine soramadan edemediği o kritik soru, “Yapamadı mı yoksa yapmadı mı?”

Hatırlar mısınız büyüklerim bu mektubun başlarında size bir şey söylemiştim, bizler tutsaklığımıza öyle aşığızdır ki, eğer biri gelip yaşadığımız zindanın kapısını açık bıraksa, biz o kapıdan çıkıp gidemeyiz özgürlüğümüze, korkarız özgürlüğün bize servis edeceği belirsizlikten. Ne güzel tutsağız ama şimdi, yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda (artık yediğimiz neyse?), ne gerek var özgürlüğe, akşam akşam (ki tam da yaşamın akşam vaktine girdiğimiz şu zamanlarda) icat çıkartma başımıza.

İşçi sınıfını son anda tutan da bu olmuş olsa gerek. Yüzyıllardır haykırıp durur, emekçiler her şeyi üretiyor, neden emeğini küçük bir zümrenin kontrolünde bırakıyor? Neden yüzyıllardır emekçiler tutsak ve küçük bir azınlık onların sırtında yaşamasına izin veriyor? Bu sınıfın eline bir fırsat geçse aslında dünya çok daha farklı bir yer olurdu.. Al işte Rodos oradaysa atlayış burada, neyi bekliyorsunuz?

Şimdi işçi sınıfını bir kenara bırakıyorum, daha doğrusu işçi sınıfının onları ezenlerden alacağı özgürlüklerini bir kenara bırakıyorum çünkü benim düşünceme göre kimse kimseye özgürlüğünü teslim etmiş değil. Daha doğrusu kimse bir başkasına teslim etmedi. Evet, özgürlüklerimiz teslim edilmiş durumda da bunun sorumlusu veya emanetçisi bir başkası değil, bizatihi kendimiziz.

Haydi küçük bir özet yapalım, John Lock misali yazımız sürekli tekrarlardan ibaret olsun ne çıkar?

Bizler hayatta kalma stratejilerimizden toplum yaşamını o kadar abarttık ki en sonunda temel stratejimiz halini aldı. Unutmayalım güdülerimizi, yani hislerimizi bir anlamda en temel varoluşsal istençlerimiz oluşturur. Bizler öncelikle hayatta kalmalıyız bu bir akıl yürütme değil, aklın yürütüleceği yolun ta kendisi. Geldiğimiz noktada bizler bunu ancak içinde yaşadığımız topluma yüzde yüz uyumla gerçekleştirebileceğimizi kanıksadık.  Ne demek bu? Hemen söyleyeyim, iyi insan olmak, vefakat Aristoteles’in o muhteşem çıkarımıyla, “insanı iyi yapan yasalardır”.

Biraz Aristoteles denizinde boğulalım. Aristoteles iki iyi koyar: Biri başkaları için iyi, diğeri kendinde iyi. Bence son derece hatalıdır bu çıkarım, daha doğrusu çıkarım doğrudur da iki iyi bir arada anılmamalıdır bile, sadece sesteşliktir bu iki iyi arasındaki benzerlik.
İşte bu iki iyiden birincisi, kendinde iyinin bu etik alanla veya ayağımızdaki prangalarla hiçbir ilgisi yoktur. Kendinde iyi tamamen ontolojik bir mefhumdur. Yani varoluşsal bir kavram.  

Yasalar sayesinde iyi olan, yani kendinde iyi ile sadece isim benzerliği olan “başkası için iyi” ise tam da bizim konumuzdur. Bunun adı iyi falan değildir, hayatta kalma stratejilerinden biridir sadece. Yani tavşanın hızlı koşması, aslanın pençeleri olması gibi bir donanımdır sadece başkası için iyi olmak. Başkası için iyi olmamızın sebebi ile elimizde bir okla ormana girmenin ya da güzelce örülmüş bir ağ ile denize açılmanın arasında aslında hiçbir fark yoktur. Bir avdır en kestirmeden başkası için iyi olmak, bir stratejidir sadece. Öyle bir strateji ki, tamamen kendisini topluma ve endüstriye teslim etmiş insanoğlunun en önemli ve en sefil stratejisi.

Şimdi anlatmak istediklerime bambaşka bir yerden tekrar giriş yapıp, bir çikolatayı iki ucundan yiyerek ortada buluşan sevgili gibi  (yok artık ne fantazilerim varmış ben de yeni yeni öğreniyorum) burada Aristoteles’in iyisiyle buluşmak üzere virgül koyayım.
Kung fu dersinden sifumuz korkuyla ilgili şöyle der. “Eğer sizden daha güçlü bir kişinin karşınızda olduğunuzu görürseniz korkarsınız ve bu çok normaldir, bu korku sizi hayatta tutar. Normal olmayan ve sizin için zararlı olan bu durumda korkmamanız olurdu.”  Korku bedenimizin hayatta kalma stratejierinden biridir yani. Mesela, yanan bir ateşe yaklaşırsak korkmaya başlarız ki korkmazsak o ateşten kaçınma dikkatimiz bizi hayatta tutacak boyutta olamazdı. Korkuya dair bir çok örnek verilebilir ki bu sadece ademoğulları için değil tüm diğer kuzenlerimiz için de geçerlidir. Örneğin tavşanın korkuyla sürekli gökyüzünü kontrol etmesi onu olası bir kartal saldırısında hayatta tutacak stratejidir. Bu bir sonraki adımı görmektir sadece ve hareketinde ilk adımın yaratacağı tehlikeye karşı  alınan önlem.

Çikolatanın diğer ucundan yemeye başladık sanırım ve galiba çok da sürmeyecek ortada birleşme. Görüldüğü gibi sevgi kaybı ya da daha doğrusu iyi insan olamama  fikri insani bir güdü, bir hayatta kalma stratejisi. Yani en ilkel beynimize korkarız ve yine en ilkel güdülerimizle uyarız yasalara ve iyi insanlar oluveririz.

Şimdi sizlere bir sır vereyim mi? Bizler her ne kadar bir tavşanla kuzen de olsak ondan farklı olarak insanız ve hayatta kalmak kadar o kaldığımız hayatı bize güzel bir şekilde geçirmek gibi bir istencimiz de var. Çünkü neydi hatırlayın, Heidegger üstadın bizlere ısrarla anlatmaya çalıştığı? Tüm hayvanlardan farklı olarak bizlerde ölüm mefhumu var, bizler ölümün varlığının bilincinde olan varoluşlarız ve bu bizi tüm diğer canlılardan oldukça faklı bir yere oturtuyor.

Bizleri hayatta tutmaya çalışan güdümüz korkuysa, ölümün varlığını bildiğimiz için her an hareket edip gelişmemizi sağlayan güdümüz de kaygı olarak karşımıza çıkıyor. Ah be Kierkegaard aslında ne kadar da güzel yakalamıştın sen korku ve kaygının nasıl kardeş ama bir o kadar da farklı güdüler olduğunu.

Bizler hayvanız ve korku bizi tüm hayvanlar gibi hayatta tutar. Güvenlik kavramını koyar önümüze, tıpkı bir farenin delik oyup içine saklanması gibi, aynı stratejidir yani. Güvenliği sağladıktan sonra hayatta kalmak için ikinci aşamaya geçeriz ve bu aşamada korkularımıza rağmen inimizden çıkıp besin maddeleri bulmalıyız. Bu da özgürlüktür işte. Tüm canlılar gibi yaşamımız bizi hayatta tutacak güvenlikle, hayatımızı devam ettirebilecek olanakları sağlayabileceğimiz özgürlük arasında gider gelir. 
Fare ininden çıkıp yiyecek bir şeyler bulmalıdır. İnsan güvenli ortamından çıkıp yiyecek bir şeyler bulmalıdır.

Şimdi bu özgürlük ve güvenlik kavramlarına diğer tüm canlılardan farklı olarak bir de ölümün varlığı karşısında duyulan gelişim istencini koyun, yani anksiyeteyi.

Ha bir de pişmanlık, korkularımızdan dolayı yapmadıklarımızın bizlerde yarattığı pişmanlık duygusu. Paralel evrende yaşanan sonsuz sayıdaki olası gelecekten seçtiğimiz şu an yaşadığımız olan geleceğin nasıl da korkularımız yüzünden bu hale geldiğinin bilincine vardığımız andaki pişmanlık.
Yaşam hayatta kalmayı başarırken ne kadar az pişmanlık hissettiğimiz ölçüsünde yaşamdır benim için. 

Öte yandan hayatta kalmamızı engelleyecek derecede cesur davrandıysak, bunu artık geride kalanlar düşünecektir, en azından tüh bak öldüm diye bir pişmanlık güdüsü teknik olarak olanaksızdır.


18 Kasım 2016 Cuma

Derdin ne senin?


Yo hayır, hiçbir derdim yok deme sakın, şimdi git ta içeriye, kaburgalarının tam ortasında sola kayan o yerdeki sızıya, karnına oturan taşa sor bunu, hani bazen kelebeğe dönüşen bazen taşa dönüşen o şeye.

Sadece bir an sor derdim ne benim diye? Hani şair der ya mısralarında, o en güzel şair

Bilmem ki nasıl anlatsam;
Nasıl, nasıl, size derdimi!
Bir dert ki yürekler acısı,
Bir dert ki düşman başına.
Gönül yarası desem...
Değil!
Ekmek parası desem...
Değil!
Bir dert ki...
Dayanılır şey değil.

Senin bir derdin var ve bunun sebebi dışarıda değil o güzeller güzeli içeride, saklayamazsın benden, gözlerinden görebiliyorum, hareketlerinden, gülümsemenden, koltukların üzerinde dolanmandan, çiçeklere bakarken gözlerinin dolmasından ya da gece kan ter içinde kabuslardan uyanmandan ya da 100 dolara aldığın uyuşturucu paketlerinin arkasına saklanmandan ya da cinsel organını kestirip kendini sunmandan ya da gerilla olup dağlara çıkmandan, ya da... ya da  işte her neyse tüm işaretten anlarım ben bunu.

Git içeride bir yerlerde saklı o cevabı çıkart yüzeye. Hiç tasalanma nasıl anlatırım ben bunu sana diye, elbet anlatamayacaksın asla bunu bana; umma da zaten. Kimse kimseye anlatamaz. Ha anlatmak için bütün ömrünü harcar ancak yine anlatamaz. Bak o büyük ressamlara, mesela Picasso'ya o kadar tablo yapmış ama anlatamadığını düşünmüş ve yapmaya devam etmiş. Ya o kulaksız Hollandalı, bütün tablolarında anlatamamış da sonra gidip kesmiş kendi uzvunu göndermiş postayla, bak o şairlere, filozoflara, peygamberlere, bestecilere…. Bütün ömürlerini adamışlar o derdi anlatmak için başarılı olamamışlar, yok ki bunun yolu. Ne anlatmanın, ne de anlatmaktan vazgeçmenin bir yolu yok.

Sakın bir derdim yok deme kendine, sakın bir derdim yok diyerek gerçekten derdi olmayan insanların arasında kaybolmaya çalışma, ben görürüm seni, ben görmesen sen gelirsin bana, bir sürü işaret verirsin sırf göreyim anlayayım o anlatılmaz duyguyu diye.

Ben kim miyim? Şimdi başa dön ve benle senin yerlerini değiştir ve bu yazıyı kendi sesinden bana oku, söyle tüm cümlelerimi tekrar bana, sanki sen soruyormuşsun gibi sor hepsini bana.… İşte bu yüzden bokun sineği çekmesi gibi çekeriz biz birbirimizi.

Sakın dönme oraya, orada o derdi içine gömüp yaşayabileceğin bir yer yok, şimdi çık ve seleflerimizin yaptığını yap ve bir yolunu bul o derdi anlatmanın.

Yaz , çiz, vur , kır bir yolunu bul, en uygun yolu bulana kadar da denemekten vazgeçme sakın.


17 Kasım 2016 Perşembe

Toplum ne der ve sıradanlık üzerine


Ben: Delireceğim, nasıl göremezler? Toplum görüşü ister istemez, en tepedekinin ortalamaya kabul ettirdiği görüştür ve ortalamanın, ortalama kalması için vardır. Bacak arası ahlakı dediğin bundan başka bir şey değildir.
Toplumun görüşü her daim yanlıştır, yanlış çıkmıştır. Örneğin dünyanın bir tepsi şeklinde olduğu, sonrasında güneşin dünyanın etrafında döndüğü gibi gibi. sonsuz örnek var ortalamanın görüşünün yanlış olduğunu sonradan kabul ettiği.

Bilge Sosyolog: Ufaklık, verdiğin örnekler pozitif bilimler ve pozitif bilimlerde doğru sayılarla belirlenir, deneyle ispatlanır. Doğru tektir bu yüzden. Etik dediğinde, yani sosyal bilimlerin konularına girdiğinde iş değişir. Orada doğru ikna ile olur.  Sosyal bilimlerin tek doğrusu iknadır. Hangi davranış bizi mutlu eder sorusunun cevabı deneyle olmaz bu yüzden ikna etmelisin, bu alan görecelidir.
Seni üzmek istemem ama toplum görüşü ortalama için doğrudur, ortalama bununla hayatta kalır. Aklına hiç gelmiyor mu ortalamanın zaten ortalama kalmak istediği ve bu yüzden bunu yıkacak her şeye cansiperane bir şekilde karşı çıktığı?

Ben: Ah be sahil filozofu gelmiyor elbet de! Eğer bilirsem ben onun köleliğine âşık olduğunu, nasıl bir daha yüzüne bakabilirim dolmadan gözlerim?

*********************************************************************************

Köle ahlakı dediğimiz, aslında kölelerin köle kalmalarına tahammül edebilmeleri için kendilerine yukarıdan verilen sabit fikirden başka bir şey değildir. Köleler farkındadır uymak zorunda oldukları, uymak için kendilerini paraladıkları ahlak (bacak arası ahlakı) yapılarının onların sahipleri için geçerli olmadığını. Siz hiç güçlü insanların genel geçer ahlak kurallarına tabii olduklarını gördünüz mü? Ne kadar kolay benimsenir değil mi bu? Mesela sıradan bir köle, sahibinin metresi olmak için can atar ve bu noktada sahibine âşık bile olur, bu yüzden de kendisini ahlaksız hisseder ama sahibi onu metresi olarak kabul etse, bir an bile sorgulamaz adamın ahlakını.

Öte yandan beden hayatta kalmak ister, hayatta kalmanın tek yolu da bunca yıl sonra yani binyıllar sonunda toplum yaşamının devamlılığıyla mümkündür ancak, en azından köle böyle düşünür. Âdemin oğullar yerleşik hayata geçtiği andan itibaren birlikte yaşam koşullarını korudukları ölçüde hayatına devam edebilecek şekilde düzenlemiştir yaşamını. Görevi bu olan dışında, kimse ekmek yapmayı bilmez, dikiş dikmeyi bilen kişi, ekmek yapmayı bilen kişinin ona o ekmeği vermeye devam etmesini ister. O da buna karşılık toplumun ondan istediği sorumluluğu yerine getirir. Çok basit bir güdü: “ya hayatta kalamazsam”. Ya özgür olursam ve toplum beni istemezse?
İşte bu yüzden hayatta kalmayı garanti altına aldığı ölçüde insanlar toplum kurallarını kendi lehlerinde esnetebilirler, güç ve özgürlük özdeştir artık.

Ama Köle de bir yerde intikamını alır sahibinden, ona adab-ı muaşereti sunar altın tepside ve artık efendi de tutsaklaşmıştır.  Peki sorarım nerede bu özgürlük? Nereye sıçacak bu kadar köle?
Bizlerin ataları Âdem baba ve Havva anamıza yazdığım bir şikayet mektubum var, bir bir anlatıyorum yediğimiz naneleri. Oradan bir bölüm çok denk düşüyor (megalomani episode bilmem kaç)

Diyelim ki halen daha kölelik devam ediyor ve bizler köleler olarak hayatlarımıza devam ediyoruz, henüz daha köleliği anlatmadım değil mi sizlere? Kölelik Havva anacağım, bir insanın isteği dışında davranmaya bir başka kişi ya da kişilerce zorunlu tutulmasıdır. Yani bir kişinin özgür olmamasıdır, yani bedensel anlamdaki yaşamını başkasının isteklerine göre devam ettirmesidir. Farkındayım anacığım, Adem babam bunca sayfadır anlattıklarımdan sonra, bu tanıma, daha ziyade “diyelim ki halen daha kölelik devam ediyor” şeklinde giriş yapmama kıçıyla gülüyor yanında, haksız da sayılmaz hani, bütün bu tanımlara göre kölelik tüm şiddetiyle devam ediyor. Ama azcık sabır ve SAYGI lütfen daha sizlere iş hayatını anlatacağım, kapitalizmi anlatacağım vs.. ondan sonra diyeceksiniz ki yazık bu torunlarımıza, bunları doğuracağıma taş doğursaymışım, gün geçmiyor ki köleliklerine yeni bir tanım koymasınlar. Apriori  (velhasıl kelam), diyelim ki kölelik ortaçağlardaki tanımıyla devam ediyor. Yani insanların sanal değil de gerçek zincirlerle tutsak edildiği çağlarda yaşıyoruz. Gündüz çalıştıktan sonra gece köle palasa kapatıldık ve sahibimiz kapıyı kilitlemedi. İşte bizim günümüzdeki ahlak ya da daha Anna Freud’en adıyla adab-ı muaşeret, tam olarak bu şekilde anlaşılabilir. Kölepalas’taki sivri zekalı bizler, kilitlenmemiş kapı için hemen itiraza başlamalıyız sahiplerimize:
“Neden kapıyı kilitlemiyorsun!! Ya bizler kapı açık diye kaçmaya çalışırsak ve kölelikten kurtulursak? Ya özgür insanlar olarak hayatımıza devam etmek zorunda kalır ve mutsuz olursak? Burada ne güzel her şey tanımlı, hayatta kalmamızı sağlayacak kurallar belirlenmiş, kurallara uymak yetiyor bizlerin yaşamına devam etmesi için. Lütfen köleliğimize biraz saygı duyun!! Çok reca ediyorum hemen kilitleyin kapıları!!”
Adab-ı muaşeret veya bacakarası ahlakı insanların kendi üzerlerine kilitledikleri kapılar değil de nedir? Sorarım a dostlar sizlere!!
Ben, vakti zamanında solak bir kız çocuğunun çok elit(?) bir ailede yaşadığı için, çatalı sol eliyle bıçağı sağ eliyle tutmaya alıştığına şahit oldum, aynı şekilde dindar ailelerde solak çocukların zorla sağ elle kaşık tutmaya zorlanması gibi!! Çatal sol elle tutulur bıçak sağ elle, aynı şekilde kaşık sağ elde olmalıdır, buna diyecek bir şey yok, çünkü çok ergonomiktir. Ancak bu ergonomik alışkanlığın solaklar için eziyete dönüştürülmesi, kişinin kendisini zorla kilitli tutması değil midir? Daha ilginci de bu solak asi kız adabı muaşeret kurallarına uyuyor olmaktan gurur duyuyordu ve ailesine minnettardı!! Bir insana kendi çocuğuna eziyet ettirecek bu bakış nasıl içimize yerleşmiştir ? Hem de her sosyal sınıf ve her eğitim seviyesinin, kendisine göre, görece benzer eziyetler icat etmesinin altında yatan hangi akli ya da bedeni veyahut da ruhi unsurdur? Şimdi gidin varsıl modern bir aile bireyine, “yobazlar, solak çocukları günah diye sağ kaşık tutmaya zorluyorlar” şeklinde bir sohbet açın, size onların ne kadar ilkel ve akıldan yoksun insanlar olduğunu bütün samimiyetiyle savunacaktır. Ancak hemen bunun akabinde, ortama bir tavuk kanat söyleyin ve elinizle yemeye başlayın ve seyreyleyin komedyayı, ben denedim, çok komik oluyor....

Şimdi arkanıza yaslanıp unutun anahtarın zindanınızın kapısında asılı olduğunu, sakın çıkmayın oradan. Dışarısı güvenli değil, uyumaya devam edin. Örneğin gidip oy verin ki işin sonunda ortalamanın fikrinin kabul edileceği seçimde bir payınız olduğunu düşünün, ya da ortalamayı değiştirmeye çalışın, ortalamanın sizin görüşlerinizi benimsemesini umut edin de unutmadan Epikür’ü. “Eğer takipçileriniz olsun istiyorsanız takipçilerinize benzemek zorundasınız”

En kolayı da misal ruhunuzu satın köle kalabilmek için, ruhunuzun sizden istediği bir coşkunluk varsa gözyaşlarıyla bunu kalbinize gömün ve devam edin köle hayatınıza, haklısınız, eğer özgürleşirseniz bir daha ağlamadan bakamazsınız diğerlerinin yüzlerine. Ve kırıntısını gördüğünüz, âşık olduğunuz o özgür ruhun ölümüne her seferinde şahit olmak zorunda kalırsınız, bu da sizin lanetiniz olur.

Türkçede ne güzel zıt anlamlı kelimler vardır, örneğin “seçkin ve sıradan”
Sıradan: Sadece sırası geldiği için.
Seçkin : Fark edilen seçilen..
Sıranızın gelmesini bekleyin…..



*Schopenhauer'a saygılarımla

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Her gidiş yalnız başına olmalı.

İnsan ne kadar yüz çevirirse çevirsin, rehberi onu hiç bırakmazmış. Kendisinin en acı günü saydığı günün kutlu bir özgürlüğün başlangıcı olduğunu gösterirmiş.
Her gidiş yalnız olur bunu nasıl unutur insan ?