20 Eylül 2013 Cuma

BİRİ TÜRK DÜŞÜNCE TARİHİ Mİ DEDİ ?


Türk düşünce tarihi, ne kadar doğru ifade edilebilir?
Cümlenin içindeki kelimelerin anlamları üzerine biraz düşünürsek, sorunun cevabına sağlıklı bir şekilde varabiliriz. Öncelikle günümüzdeki Türk (Türkiye’li Türk) kelimesinin kökenini  ve daha önemlisi neyi ifade ettiğini  biraz incelemeliyiz. Sonrasında tarih ve “düşünce tarihi” kavramlarını bu çalışmaya ışık tutacak kadarıyla irdelemeli ve en sonunda da muhakkak ki “Doğru” kelimesine hakettiği manayı vermeliyiz.
Sondan başlamak gerekirse, “Doğru” kelimesi asla iyi ya da kötü demek değildir. Doğru : Bir fikrin anlamınının, o fikri doğuran nesneye denk gelmesidir, yani mümkün olan en sağlıklı ifade ediştir. Elbetteki hiç bir fikir mantıksal olarak kendisini doğuran nesneye denk gelemez, fikirle nesne arasında bir eşitlik sözkonusu değildir, (Mantık biliminin, modern temsilcisi olarak gördüğüm bilgisayar programcılığındaki, değişkene değer atama yöntemi tam olarak bu duruma denk gelmektedir. Bir değişkene değer atadığınızda, o değişken sadece o değerin taşıyıcısıdır, eşiti değil, bu doğrultuda kelimeler de onlara yüklediğimiz anlamın taşıyıcısıdır eşiti değil) varabileceği nokta Spinozacı doğruluk teoriminde olduğu gibi “UPUYGUNLUK” olabilir. Türk düşünce tarihi üzerine doğru bir inceleme yapılabilmesi için, yani upuygun olabilmesi için, fikri doğuran nesnenin en geniş analizinin yapılması zaruridir. Nesne(Türk düşünce tarihi), ne kadar geniş algılanabilirse, nesneye denk gelen doğru da o ölçüde upuygun olacaktır.
Nesneye yönelik programcılığı anlatırken sıkça kullandığımız, televizyon kumanda örneği, buradaki nesne ve onu ifade eden “doğru” içinde ideal bir model olacaktır. Bir televizyonun doğru kumandası onu en ideal şekilde yöneten kumandadır. X marka televizyonda Y marka televizyonun kumandasını kullanmak yanlıştır. Ses yükselme tuşuna bastığınızda kanal değişir vb.. , ya da hiç bir işlem olmaz, hatta tesadüfen bazı tuşlar ortak da olabilir. İşte yanlış,uygun,UPUYGUN ve doğru kavramları bu şekilde algılanmalıdır. Bir televizyona doğru kumandayı üretebilmek için de televizyonun özlüklerini mümkün olduğunca fazla (yeteri kadar)  tanımak gerekmektedir.
Doğru kelimesine hakettiği anlamı verdikten sonra Tarih ve düşünce tarihi kavramlarını inceleyebiliriz.
Tarih kavramı, andan önceyi kapsamaktadır. Yani an, her an tarih olmaktadır.  Zaman nasıl geleceğe sonsuz gitmekteyse aynı ölçüde geçmişe de sonsuz ilerlemektedir ve an ve an sonsuza gelecekten, sonsuz geçmişe yeni değerler katılmaktadır. Tözün çıkış noktası da (en-geçmişi) algı olarak sonsuzdur. Bu anlamda geleceğe nasıl bakıyorsak geçmişe de bu doğrultuda bakmamızda fayda vardır.
İnsan yaşamındaki  zaman kavramından, ulusların tarihi anlayışına gidiş, bize tarihi anlamada faydalı bir analojik (andırış) yöntem olacaktır (insan ve ulus arasındaki bağıntıyı bir tüme varım ya da tümden gelim değil tam anlamıyla analoji olarak görmek gerekmektedir) . İnsan geleceğini kronolojik olarak bir değer skalasına yerleştirmez, yani 35 yaşındaki bir insan, 40 yaşını, 50 yaşından yeğ tutmaz, an içindeki varlığını koşullandırırıken belirli bir zamanı hedef gütmez tüm geleceğini aynı değerde görür(görmelidir de), zaten bunu bilinçli de yapmaz.Burada perspektif yasasından kaynaklı olarak yakın gelecek önemli, uzak gelecek önemsiz daha yerinde ifadeyle, yakın gelecek büyük, uzak gelecek küçük görünebilir, ancak bu sadece görünümdür,değer farklılığı yoktur. Aynı şekilde geçmişinin de önem sırası yoktur. 20 yaşında yaşadığı bir olayın an içindeki varlığına etkisi ile 10 yaşında yaşadığı olayın etkisiyle karşılaştırılamaz ? Geçmişte belleğimize yansıyan tüm düşünceler bugünkü düşüncemizin oluşmasının sebepleridirler ve aralarında bir kronolojiden kaynaklı önem sırası yoktur. (Freudçu nedensellik ilkesiyle karıştırılmamalıdır, bir olayın diğerinin nedeni olması (ya da tem tersi) onu değerli kılmaz)  Sonuç olarak “Elma ile armut karşılaştırılamaz”. Hele bir de önemin, zamansal bir mefhum olduğu düşünüldüğünde, yani önemliliğe değerini verenin, anın koşulları olduğu düşünüldüğünde, zaten önemliliğinde mantıken değişken olduğu bilinir. Ulusların tarihine de bu gözle bakılmalıdır. Geçmişte yaşanan olayların kronolojik sırası, onların önem sıralaması değildir ve biz bu kronolojide en üst noktada bulunarak, en önemli yere kurulmuş olmayız.  Nietzsche’nin de dediği gibi “Biz tarih sahnesinde sofraya en son oturan misafiriz, en güzel yere değil, bulduğumuz yere oturmak zorundayız”. En son gelmiş olmamız bizim anımızı tarihin diğer anlarından üstün ya da aşağıda tutmaz, bu noktada edimlerimizin de en üstün edimler olduğunu çıkarımsamamalıyız. Tarihsel olaylar, nedensellik ilkesiyle açıklanabilmekle birlikte asla bir doğrusallık yoktur. Tüm bu bilginin ışığında düşünce tarihini bir yekün olarak incelenmek, kronolojik incelemeden çok daha uygun düşmektedir.  Örneklemek gerekirse Aristo’nun felsefesinin, kendisinden 1000 yıl sonra gelen X düşünürün felsefesinden daha değerli ya da daha değersiz olduğu söylenemez. Elbette X düşünürü elinde arguman olarak Aristo’nun düşüncelerini de bulundurma lüksüne sahiptir, üstünlüğü bununla sınırlıdır, ötesinde bir değer verilemez, kaldı ki tüm düşünürlerin elinde temel felsefe mazlemesi olan BİÇİM olarak VARLIK zaten  eşit olarak bulunmaktadır.
Ancak bizlere öğretilmiş olan tarih algısı nedeniyle sıkça önem sıralaması hatasına düşmekteyiz, bu yanılgı bilinçli değil tamamen algısaldır ve tam da bu nedenle aşılması çok güçtür. Türk düşünce tarihinde bu öğretilmişliği aşan bir yer vardır,“ATASÖZLERİ”. Atasözleri kronolojik olarak birbirleriyle karşılaştırılamayan, hatta bazen aralarında 1000 den daha fazla yılın olduğu metaforlardır. Ve teoloji(dinbilim) dışındaki, Türk’lerin felsefik geçmişini en iyi şekilde yansıtmaktadırlar(belki de yegane).

Son olarak Türkiye’li Türk kavramını derinlemesine incelemekte fayda vardır. Türkiye’li Türk ifadesi asla sadece bir ırkı değil (aba sonucunda elbette bir ırkı da), bir çok etnisiteden etkileşimi, bir yolucuğu, bir göçebeliği, bir yerleşik kültürle karşılaşmayı, koskoca bir tarihi yansıtmaktadır. Türk kelimesi sadece bir kelimedir, ötesi olamaz. Altında taşıdığı anlamda asla değer ya da değersizlik olmamalıdır. Bu incelemede kullanılacak olan Türk kelimesi yerine “HEBELEB” de kullanılabilirdi, kelimenin sizi rahatsız ettiği noktada, kelimeyi “HEBELEB” olarak okumanızı tavsiye ederim,yeter ki sizin için 2013 yılında bu coğrafyada yaşayan insanları vareden kültürü temsil etsin.  
Türkiyeli Türk, içinde orta asyadan anadoluya yolcuğu, bu yolculuk sırasında karşılaşılan kültürlerin kattıklarını, Arabistan yarımadasından anadoluya yolcuğu, bu yolculuğu kattığı çok kültürlülüğü, Kürdistan’daki yerleşik feodal hayat kültürünü, Hamurabiyi, parayı icad eden Lidyalılar’ı, bir kadın uğruna savaşlar başlatan arzulu Yunanlar’ı, şarabın güzelliğini, zeytin ağacının gölgesini, hamsinin kıvraklığını, Yahudi ticaret ve cemaat kültürünü, tulumun o coşkulu sesini,Rum Pontus’u,Lazika’yı,Hristiyanlığı,İslamiyet’i   kısacası Anadolu’yu meydana getiren tüm kültürlerin birleşimini yansıtmaktadır benim için. Çünkü bu inceleme Türk Felesefe tarihini, Atasözleriyle anlatmak üzerine hazırlanmıştır. Atalarımız ve sözleri  de yukarıda saydığım tüm unsurları birbiriyle eşit (niceliksel değil niteliksel) bir şekilde barındırmaktadır. En kestirmeden anlatmak gerekirse, “Boynuzlu” kelimesini örnek alalım. Kökeni Hamurabi kanunlarından gelmektedir. Hamurabi kanunlarından önce Hititler’de kocasını aldatan kadın, ölümle cezalandırılmaktaydı. Hamurabinin bunu dikkate alarak hazırlamakta olduğu kanuna eklemesi gerekiyordu, ancak biraz yumuşatmak istedi. Ve kanun şöyle belirlendi: “Kadın kocasını aldatırsa, yaşam hakkı kocasına verilecek, kocası isterse ölmesini, isterse yaşamasını sağlayabilecektir”.  Ancak aldatan eşi affetmenin de elbet bir karşılığı olmalıdır, erkek eşini affeder ve yaşama hakkı verirse, hayatının sonuna kadar başında iki adet yapay boynuzla gezmek zorundaydı. Kadınsa başına siyah bir bez sarmalıydı ki herkes ne mene insanlar olduklarını bilsin. Bu yüzden, biz Türkler’de eşi(karısı) tarafından aldatılan  ve bu aldatılmayı mazur gören kimseye “Boynuzlu” , eşini(kocasını) aldatma edimine de “alnına kara çalma” denir. İşte bu incelemedeki Türk kelimesinin anlamı da tam olarak budur, yani Hamurabidir,yani Hititler’dir bir yanıyla. Bu örnekten yola çıkarak, yukarıda bahsettiğim “düşüncelerin kronolojik sıralamasının bir önemi yoktur” önermesini hatalı olduğu sonucuna asla varılmamalıdır. Yaşanan olayın 3700 yıl önce yaşanmış olması ve bu geleneğin o zamanın şartlarına göre değerlendirilmesi gerektiği doğrudur, ancak zamanın şartlarının oluşturduğu düşünce bugünde varlığını sürdürüyorsa bu “BOYNUZLU” kavramının diğer anlamıyla eşlerin sadakat zorunluluğunun, Türk kültüründeki yerinin, zamanlar üstü (şu an için) bir değeri olduğunu gösterir ve tam da önermenin doğruluğunun ıspatı niteliğindedir.
Son olarak belirtmekte fayda görüyorum, Türk tanımım geleneksel görüşteki gibi , Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür şeklinde değildir, Kendisini Türk hisseden herkes ne kadar Türk ise kendisini Türk hissetmeyen de o kadar Türk değildir.

ATASÖZLER’imizin resmi kurumların bizlere verdiğinden çok daha büyük manalar taşıdığını görmek sanırım hiç zor olmasa gerek. Bu çalışmayı hazırlama fikrinin ortaya çıkmasının sebebi olan “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” metaforunun anlamına TDK  atasözleri sözlüğünden baktığımda “küçük de olsa bazı belirtiler büyük olaylara işarettir”  karşılığını gördüm, oysa ki daha sonra ayrıntısıyla da anlatılacağı gibi bu söz, içinde, Descartes’ın “Beden ruh ayrımı” Kant’ın “Gnoseoloji” teoremlerini açık bir şekilde işaret etmektedir. Asla tek bir cümlelik açıklamayla geçiştirilemez. Mesela “El elden üstündür” sözünü derinlemesine irdelediğimizde, bizi Alman idealizminin en uçsuz bataklığına kadar sürükler ve de orada bizi batmaktan kurtaracak bir dal parçası bile vermez.
İşte Türk Düşünce tarihi, yani sıkça kullanıldığı adıyla, alfebetik sırasıyla ATASÖZLERİ Sözlüğü.
1.       Aba altında er yatar   
Sözlük anlamı: Giyim kuşam kişiliğe ölçü olamaz.
Fenomenolojinin(görüngü bilim) çıkış noktasıdır bu metafor. Giysiler’i giyen bir insandır, yani görünüm ve varlık birbileriyle ilişkili ama yine de birbirlerinden farklıdırlar. Bir görünüm, temsil ettiği varlığı ifade etmeye çalışır,ama asla tam bir ifade ediş olamaz. Her insanın giyim tarzı o kişinin varlığını bir şekilde ifade ediş biçimidir, ancak bu ifade edişte kesinlikle bir öznellik sözkonudurur. Yani kırmızı mini bir elbise Ayşe’de farklı bir duygunun ifadesiyken, Fatma da bambaşka bir duyguya denk gelebilmektedir. Bu nedenle giyinik bir insanı,giysisinden yola çıkarak anlamaya çalışmak bizi o insana direkt olarak götüremez. Daha ziyade, görünümün bize verdiği, varlığa varmamızda sadece bir araç olabilir, bu aracın kullanım kılavuzu ise abanın altında yatan erdir.  Günümüz tesktil sektörünün “moda” adı altında insanları tektipleştirmeye ve belirli dönemlerde her insana aynı görünümü (aba) vermeye çalışmasının, bu metaforla birlikte yorumlandığında ne kadar da manasız ve bir o kadar da özyıkıcı olduğu anlaşılmaktadır.
Biri Heidegger mi dedi ?



2.       Abanın kadri yağmurda bilinir
Sözlük anlamı: Bir nesnenin gerçek değeri, ona gereksinim duyulduğunda anlaşılır.
Nesneler değerlerini sağladıkları faydayla bulurlar, tam bir pragmatizmdir (faydacılık) bu ilk anda. Varlıkların değeri, ilişkide bulunduğu varlığın gözündeki faydası ölçüsünde vardır. Sonuçta işlev, varlığın yegane sebebi olarak algılanır. Ancak çok önemli bir nüans var, söz “abanın değeri yağmurda oluşur” değil, “yağmurda bilinir”!  Bu durumda , sözün altında yatan alt anlamsa tüm bunların eksik bir yaklaşım olduğu, her nesnenin aslında varlığından dolayı zaten bir değer taşıdığını, varlığı işlevli hale getirenin koşullar olduğunu anlatır.  Netice itibarıyla tüm varlıklar potansiyel olarak değerlidir ve bu değerlerin ölçütü onu işlevli hale getirecek koşullardır. Koşulların bilinmez değişkenler olduğu göz önüne alınırsa aslında varlıkların varoluşları anlamında bir değer farklılığı yoktur, her varlık bir diğerinden daha önemli olma potansiyeli taşımaktadır.
Biri Spinoza mı dedi ?
3.       Abdal ata binince bey oldum sanır, şalgam aşa girince yağ oldum sanır
Sözlük anlamı: Görmemiş bir kimse rastlantı sonucunda layık olmadığı bir duruma kavuştuğunda, bu durum kendisinin gerçekten hakkıymış gibi aptalca böbürlenir.
Öncelikle kelimelerin fonetiği üzerinden bir gönderme var, kendisini sadece sistem araçları nedeniyle Bey zanneden ve o şekilde davranan kişi aptaldır. Nesnelerin özlerinin asla değişmez olduğunu, elde ettiği araçların onu daha değerli bir hale getirmeyeceğini anlayabiliriz. Sınıf farklılığı açık bir şekilde ortaya konmakla beraber, beyliğe bir öykünme, Bey olmaya çalışana ise aptallık suçlaması getirilmektedir. Eğer atasözü sadece “Abdal ata binince bey oldum sanır” ile sınırlı olsaydı  “Beylik,aksoylulukdan farklıdır, varılınabilinecek bir sınıftır, sadece taklit etmeyle değil, gerçekten hakedilerek olur bu”  diyebilirdik. Bu anlayışı yıkmak için asla yağ olamayacak şalgam da söze dahil edilmiştir. Burada bir kesinleştirme vardır. Öz asla değişmez. İnsanlar sınıf değiştiremez, Bey beydir, abdal da abdal. Aslında Abdal, abdal olarak kaldığında da sorun yoktur, birinin sınıfı değil, sınıfından ayrılma devinimi onu aptal kılar.Bir diğer taraftan ata binince kendini bey zannedenin abdal olması sadece fonetikle açıklanamaz. O, herhangi bir kimse değildir, abdaldır. Bu durumda kendisini gezgin, derviş, boşvermiş ve dünyevi hazlardan uzaklaşmış olarak göstermeye çalışan kişi de, imkanlarla karşılaştığında kendisini Bey zannetme potansiyeline sahiptir, yani aptal gibi davranma potansiyeline. Dervişlikte neticede sadece bir edimdir, imkanlar karşısında o da farklı davranabilir. Abdallığı onun erdemi için yeter neden değildir.
Biri Schopenhauer mu dedi ?


5 Eylül 2013 Perşembe

Varoşlara yolculuk


Tarihi dramalarda(Sinema filmi,tiyatro oyunu,roman,şiir) ezenle ezilen (köleyle efendi) arasındaki en büyük ayrımı gözler önüne sermek, kölelerin çektiği acıları, yaşam koşullarını betimlemek için ivedi bir sahne vardır, yürek yakan yolculukları. Taş ocağı işçileri resmedilirken, taş kırarkenki halleri değil de,  taş ocağına götürülürken uygulanan acımasızca zulümler, Yahudiler’i toplama kamplarına götüren trenlerdeki, sefil ve çilekeş halleri gösterilir.  Dramaların mantığının, insanların empati duygularını hareketlendirip, hayali sahnelerden en büyük etkiyi almaları olduğu düşünülürse, acımasız yolculukların önemi daha da bir net anlaşılabilir.

Burada çok büyük bir ikiyüzlülük gözden kaçmamalıdır. Çağımızda bu dramalarda oynayan oyuncular, dramaları seyreden insanlar, belki de hayali karakterlerin hayatlarında bir ya da iki kez yaşadığı bu işkenceyi her gün yaşamaktadırlar. İstanbul’da bir varoşa giden otobüs, minibüs ya da herhangi bir toplu ulaşım aracında insanlar, kölelere yakışır bir muamele görmektedirler. Bu kadar korkulan ama bir yandan da bu kadar kabullenilmiş bir eylemin analiz edilmesi, büyük resmi görmek için elverişli bir diyalektik ortamdır. Bu noktada 2 alt konuya gideriz.

Birincisi, insanlar, Modernizm'in ötesine geçildiği (post-modernizm), refah seviyesinin en üst düzey olduğu bir dönemde neden bu kadar acımasız bir muameleye maruz kalıyor.
İkincisi ve daha önemlisi ise, insanlar nasıl oluyor da dramalarda bu kadar korkuyla karşıladıkları sahneyi, kendi hayatlarının normal bir parçası olarak hiç çekinmeden kabullenebiliyorlar.

İnsanların neden bu kadar kötü muameleye maruz kaldığının yanıtı, aslında merhamette yatıyor. Kötü kalp merhametli olduğunda hayat en büyük günahlara gebe demektir. Varlıklı insanlar hakları olarak (kendilerince) iyi ve güzel bir yaşamı istiyorlar. Modern anlayışta, iyi ve güzelliğin “Kalite” ile özdeş olduğu düşünüldüğünde, kalitenin elde edilmesinin temel erek olduğu anlaşılır. Ancak “kalite” kelimesine gerçek anlamını veren nesnelerin ya da kavramların üzerindeki emektir. Bu durumda  kentsoylular, kaliteyi elde edebilmeleri için yaşamlarında önemli bir emeğe, daha da ötesi köleleriyle yakın temasa ihtiyaç duyarlar. Kahveleri güzel pişmelidir ve güzel servis edilmelidir. Yemekleri lezzetli olmalı, yaşam alanları temiz olmalı ve her türlü ihtiyaçlarına fazla vakit (burada zaman da  çok önemli bir noktadır, az sonra onlar da vakitlerini efendilerine hizmet etmekle geçirmek zorundadırlar çünkü) harcamadan ulaşabilmelidirler. Kısacası, bu kalitenin sağlanması için de kendilerinin asla karşılayamayacakları önemli bir emek mekanizmasına ihtiyaç duymaktadırlar. Aslında bu durum köle efendi ayrımının yaşanmaya başladığı ilk çağlardan beri süregelen bir durumdur, ancak hiç bir zaman bugünkü kadar vahşi bir hal almamıştır. Bu vahşetin temel kaynağı ise başta da belirttiğim gibi merhamettir. İnsanlar ister dinsel öğretiler ya da liberal ahlakla olsun , ister Marksist kültürle olsun hep bir merhametliliğe öykündürülmektedirler. Burada bir atasözü çok uygun düşmektedir. “Ayı yavrusunu severken boğarmış” işte konunun özü burada yatmaktadır. Artık efendiler çok daha merhametlidirler ve tam da bu yüzden köleler tarihlerindeki en büyük zulümle karşı karşıyadırlar. Efendi sırf merhametinden, kölesinin çektiği zulmü görmek istememektedir. Kendisinden uzak olduğu durumda, yani az ötede (çok da değil)  yaşadığı bütün işkenceler onun hayatının dışında kalacaktır. Güney Amerika'dan gelmiş o mis kokulu kahvesini, tam da estetik anlayışına göre ışıklandırılmış caddeyi seyrederken içmek istemektedir ve o anda caddede, soğuktan titrerken vitrinleri seyreden bir çocuk görmeye tahammül edememektedir. İşte modern efendinin merhameti burada yatmaktadır. Bu edimin altında, elbette ki birden fazla duygu birlikte hareket etmektedir, mesela korku. Zaten merhametin asıl kaynağı da korku değil midir ?

Modernizmin  daha hazırlık aşamasında (pre-modernizm) yazılan Goethe’nin Faust’unda bu mekanizma çok güzel bir şekilde hikayelendirilmiştir. Kahramanımız Faust muhteşem bir liman kent kurmaktadır. Liman kent kurulurken işçiler acımasızca çalıştırılmaktadır. Acaba Stalin Petersburg’a inşa ettiği limanın  yapımı sırasında ölen yüz binleri hangi duyguyla seyrediyordu dersiniz? İşte Faust’da en az dönemin sosyalistleri kadar heyecan duyuyordu bu yapıttan. Gelgelelim simgesel noktaya. Bu limanın kurulu olduğu bölgede ilk çağ cennetinden çıkmış izlenimi veren yaşlı bir çift yaşamaktadır ve Faust buna tahammül edememektedir. Görünümde sadece çalışma edimine verdiği anlamdan dolayı onların toprağını istemektedir. Hatta şöyle der “Özgürlüğü ve yaşamı, her gün onu yeniden kazanmaya çalışanlar hakeder”. Belki de çevresinde, güçsüz, tembel  ama mutlu insanlar görmeye tahammülünün kalmamasıdır sebep. Eğer bir insanın, güçsüz ama mutlu olduğu doğruysa, neden ruhunu şeytana sattığını sorgulaması gerekmeyecek miydi?  Adamlarına bu çiftin nasıl olursa olsun oradan uzaklaştırılmasını ve başka bir yere nakledilmesini ister, ancak nasıl yapacaklarını bilmek istemez. Hikayenin sonunda Faust’un istediği olur elbet, o arazi artık onundur, yaşlı çift ise kendilerini ziyarete gelen iyi yürekli bir gezginle birlikte öldürülmüştür. İşte bu, tam da bizim modern efendilerimize göre bir yaklaşımdır. İnsanlar onların yaşam kalitelerini korumak adına, köle olarak hayatlarına devam etmeliler, bunu bilirler, ancak nasıl çileler çekeceklerini bilmek istemezler. O temiz erdemli yürekleri bu bilgiyi kaldıramamaktadır, hepsi en az ruhunu şeytana satan Faust kadar merhametlidirler çünkü. Dahası da var, büyük usta bu iki yaşlı insana Ovid’den isimler vermiştir;  Philemon ve Baucis. Bu isimler çok önemlidir, çünkü hikayeye göre Frigya'nın tek dindar çifti olan bu iki iyi yürek, Jüpiter ve Merkür tanrılarını misafir ettikleri için şehri vuran felaketten etkilenmemiştirler. Ancak Nietzsche’nin de dediği gibi modern çağda “Tanrı ölmüştür ” ve bu ihtiyarlar nasıl olurda duymamıştır bunu halen daha ormanlarında. Tanrı öldü metaforunun belki de kaynağı bu hikayedir kim bilir. Modern çağda artık dinler tanrısızdır ve sadece amaca yönelik birer devinimdirler.  

Sözün özü şehir köleleri artık istemiyordur ve teknoloji de onların KUSULMASINA hizmet etmekte oldukça isteklidir. Yoksa neden otobüs icat edilsin ki? Siz hiç otobüsü üreten mühendisin ve onun bu muhteşem eserinin hayata geçirmesini destekleyen insanların, test sürüşleri dışında toplu taşıma kullandığını düşünüyor musunuz ?  Kentsel dönüşüm kelimenin tam anlamıyla budur. Ama siz kentsoylular bir korku daha olmalı içinizde, unutmayın ki o varoşlarda korunaklı, devasa siteler de inşa ediliyor. Kim için dersiniz ? 
Resmin diğer tarafında, bu muhteşem kentsel dönüşümü, davul ve zurnayla karşılayan KUSMUK parçalarında ise durum çok daha farklı yansımaktadır. Bu insanların perspektifleri yoktur. Bakışları, mefhumları, herhangi bir noktadan çıkışla algılama üzerine kurulu değildir, nesneler,kavramlar ve olaylar tek boyutludur ve yorumlanamazlar. Bu insanlar, kendilerine verilenden öte bir algı gücüne sahip değildirler, olmak da istemezler zaten. Bu durumun kapasite ile ya da başka herhangi bir doğuştan gelen özellikle ilgisi yoktur. Direkt olarak öğretilmişlik, kaçış ve içgüdülerin tatmini üzerine kurulmuştur yaşamları (Varlıkları).

Modern köle bu kahredici yolculuğuna tahammül edebilmektedir çünkü aslında köle değildir, o da bir efendidir kendince, ancak belki biraz daha merhametsizdir. Modernizm öncesi dönemde, köleler transferleri sırasında, köle olduklarını bilirler ve bu şekilde davranırlar ve bu şekilde hissederler ve işte tam da bu yüzden her daim isyan potansiyeli taşımaktadırlar. Ancak modern kölelerimiz bu bilgiden yoksundur, onlara bu hissiyat unutturulmuştur dahası. O pis, insansı, güçlülük güdülerini tatmin edebilmeleri için, onlara otobüs şoförünü paylama hakkı verilmiştir, su satan acizi aşağılayabilmektedirler ve tinercileri ve akli dengesi bozuk insanları ve yaşlıları ve çocukları, kestirmeden söylemek gerekirse, hayvanlara yakışır şekilde kendilerinden aşağı gördükleri her varlığa kötü davranma hakları verilmiştir onlara.Bir gün, o da belki gerçekten efendi olacaktır, belki de çocuğu, bu hakkı da bakidir bir yandan. Bu ona tahammül etmeden ziyade adapte olma gücü vermektedir. Belki de sadece bu hakka kavuşacağı günü düşünerek düzenin devamlılığını korumalıdır.
Köle erkeklerine , kadınlarını köle etme hakkı da verilmiştir. Ancak bu hak efendileri tarafından verilmemiştir elbet. İngiltere Kralı nasılsa krallık hakkını, yasalardan değil de Tanrı’dan alıyorsa, bu çakma efendiler de kadınlarına zulmetme hakkını dinlerinden ve törelerinden almaktadırlar. Sonunda efendilik havucu verilmemiş tek grup olan köle kadını kalıyor geriye, susturulması gereken , avutulması gereken , oyalanması ve asla isyan etmemesi gereken zincirin en son ve en önemli halkası. Ona da bol çocuk (ki bu sadece avutmak için değil efendilere yeni köle yetiştirmesi içindir de)  ve sınırsız din-ahlak(Buradaki ahlak kelimesi kesinlikle bireysel etik ile karıştırılmamalıdır,daha ziyade bacak arası ahlakı)  verilmektedir. Aklınca o da kocalarının efendilerinin eşlerini (bu yoldan çıkışla aslında kocalarının efendilerini), ahlaksızlıkları ve dinsizliklerinden dolayı aşağılayabilmektedir. Din ve ahlaktan hamura dönmüş ruhlarına bu öğreti yetmektedir de artmaktadır bile. Bu noktada zincir tamamlanmıştır ve herkes birilerini aşağılamış, o pis insansı tatmin duygusuna erişmiştir.

Modern toplumun en güzel hilesi köle efendi ayrımını, iki kutuplu bir mıknatıstan, çok değişkenli bir piramide çevirmiş olmasıdır. Bu da kurumsallaşan insansı hakimiyet gücünün, şimdilik vardığı son noktadır. Bir filmde vardı, sanırım Olağan Şüpheliler. “Şeytanın yaptığı en büyük kurnazlık, insanları olmadığına inandırmasıdır” diyordu. Sanırım modernizmdeki köle efendi ayrımını da bu söz gayet güzel açıklamaktadır.

Ve en sevdiğim nokta “zincir metaforu”, siz köpeğinizi tasmayla mı gezdirmek istersiniz ? yoksa tasmasını çıkartmanıza rağmen sizin her sözünüze itaat ederek ve sadece siz istediğinizde kıçınızda dolaşmasını mı ?