12 Ekim 2015 Pazartesi

mektuptan bir bölüm...

.....................Üçüncü sorun diğerlerinden biraz daha farklıdır. Üretimin artması beraberinde ilk iki sorunu getirirken, teknik olarak çok ama çok uğraşılırsa aslında aşılabilinecek sorunlardır bunlar. Mesela reklam sektörü tamamıyla bir hatadır ve insanlık bu hatadan günün birinde dönecektir. Ya da gelişen yazılım teknolojisi ve diğer bilimler, üretimin planlanmasında iyi niyetle kullanıldığında belki de ihtiyacımız olmayan toplu iğneler üretilemeyecek ve Marks’ın o yeryüzünde cennet olarak önümüze sunduğu bolluk teoerimi bile gerçek olacaktır.

Üretimde kollektifleşmenin ve üretime teknolojinin iliştirilmesindeki diğer ki belki de canlılığın devamlılığın balansını bozabilecek sorun, insanların doğal farklılıklarından bağımsız olarak yeni sınıfların oluşması. Yani hayvani doğasından gelen statülerin yerini sistemin defolarına bağlı sınıflara bırakmasıdır.
Şimdi mektubun yancı okurlarından şöyle bir düşünce yükselecektir. “Bu ne demek hemen açıkla Ali! Nasıl olur da biyolojik sınıfları kültürel sınıflara yeğ tutuyorsun? Sen Faşist bir pislik misin? Zaten şüpheliyorduk senden. Çabuk hemen faşist olmadığını ıspatla yoksa Ferdinand Celine’e ya da Papini’ye yapamadığımız sana yaparız ve sileriz fikirlerinin hepsini yeryüzünden.”

Konuyu dağıtmadan, memleketimdeki okuryazar insan profiliyle ilgili bir sıkıntıyı belirtmek isterim-Elbette konu dağılacak ne aptalım.  Aslında muhtemelen birçokları için sıkıntı değildir ama genel olarak edebiyat ve yazın dünyamız için bence büyük bir tehlike. Türkiyede okuryazar insanların çok çok büyük bir bölümü ki hemen hemen hepsi neredeyse bir ideoloji sahibidir. Özellikle kadın okurların büyük bir bölümü feministken erkek okurlarda da bu büyük kitleyi sosyalistler oluşturur. Aslında yüzyılımızın başlarına kadar tüm dünya için bu şekildeydi. Ancak Batı’da (ki uzak doğudan Kore ve Japonya’yı da batı sayabiliriz) bir nebze bu durum kırılıyor, kırılmak zorunda. Bunu neden kendime sorun ettiğimi ortaçağa bakarak görebilirsiniz sevgili büyüklerim, hani insalığın kara sayfaları olan ortaçağ. Şimdi geçmişe dönüp baktığımızda o dönemlerdeki en büyük sorunun okuryazarlığın belirli bir yönelimin, yani Hristiyan kilisenin elinde olması olduğunu net bir şekilde görebiliriz. Bu durumda da o ideanın dışında-azcık da karşısında- eserlerin üretilmesi için neredeyse 1000 yıl gibi bir süre beklememiz gerekti. İnsanlığın gördüğü en karanlık 1000 yıldan bahsediyorum burada.

Elbette ki günümüz ideolojilerinden -özellikle bahsettiğim feminizm ve sosyalizm- ortaçağın engizisyon mahkemeleri kadar sert önlemler almıyorlar yazın yaşamı üzerinde. Bu tip önlemleri daha çok kitlesinde okuryazarlığın neredeyse sıfıra yakınsak olduğu faşizan ve baskıcı ideolojiler yaparlar. Ama eğer okur kitleye yani hani bahsettiğim ürettiğimiz ürünlerin pazarı olan kitleye, yani üretimin nihayi amacı olan pazara karşı(anti) olabilceğiniz durumlarda, bir anda istem dışı oto kontrol mekanizmalarınızı devreye sokarsınız. 19 yy’da bu zincirleri kıran büyük büyük filzoflarımız ya da yazarlarımız işte avangard diye tabir ettiğimiz insanlar, yüzyıllarında okunma kaygısı taşımayan, o büyük egolar bana da birşeyler öğretmişlerdir. Velhasıl kelam, sözde faşist (sözde kelimesinin bu yeni moda kullanımına da bayılırım, ne kadar iki yüzlü bir ifade biçimidir) eğilimlerimin deşifre olmasından, bu kırması çok zor, “okunma ve anlaşılma içgüdüsü” nedeniyle biraz çekinmekteyim. Ama korkunun ecele faydası yok. Bu mektubu kendimi ifade edebilmek adına yazıyorsam birinci önceliğim aklımdaki fikirleri öncelikle kendime deşifre etmemdir. Anti femisint fikirlerimiz zaten daha önceki bölümlerde cesurca ifade ettiğimi düşünğyorum.  Ali evladım bizimle kal yine kendi iç çelişkilerinle boğuşmaya başladın cümlesini sana söyletmek zorundayım Adem babacım. Aksi durumda sen duruma hiç müdahale etmiyorsun. Ne yapmayacaktım konuyu dağıtmayacaktım, e o halde keseyim artık bu ara fikri.
Ne diyordum modern yaşamımızda doğamıza ters giden birşeylerin oluşmaya başlaması. Doğal seçilimin yerini yapay seçilimin alması, peki bu ne demektir?

Doğal seçilim ile yapay seçilimin nasıl farklılıklar olduğunu bizlere en iyi anlatan örnek kedi ve köpek kardeşlerimizdir. Bundan 5-10 bin yıl önce evcilleştirilen bu hayvanlar hayatta kalmayı kendilerini bize beğendirerek başarmaya başladılar. Normalde doğada hayatta kalmalarını gerektiren mekanizmalara sahip olanların aksine bizim beğendiğimiz özellikleri olanlar türlerini devam ettirebildiler. Ne demek bu hemen açıklayayım, mesela köpeklerde, nispeten daha sevimli olmak, insanların estetik bakışına uygun olmak, bir anda türünü devam ettirebilmek için bir avantaj haline geldi. İşte evrim bilim buna yapay seçilim diyor. Bu sevimli köpek türleri varoluşlarını artık tamamen bize bağımlı hale getirdiler ve bizim onlardan vazgeçtiğimiz anda yok olmaya mecburlar.

Biz kendimizi Evrim basamağında en üstte görerek kendi türümüzü başka hiçbir türe bağımlı hale getirmeyeceğimizi düşünüyorsak çok büyük bir yanılgı içine gireriz. Bizim türümüzün devamlılığı da  en basit tabirle, en iyilerin fazla üremesi ve en kötülerin üremelerinin yavaşlamasıyla olur. Peki insanda evrimsel olarak iyiyi ve kötüyü belirleyen nedir? Muhtemelen alet kullanma becerisidir yani zekadır diyebiliriz. Ya da tüme varım yeteneği yani hafıza yani bir noktada yine zeka. Sonrasında fiziksel güç, hızlı çalışan refleks sistemi ya da duyu organlarımız gibi biyolojik özelliklerimiz. Ama ne önemi var ki bunun sonuçta iş doğaya kaldığında o zaten hangi özelliklerin bizler için gerekli olduğuna kendisi karar verecektir. Nasıl ki toplu iğnenin pazarı terziler, kitapların pazarı okurlarsa ve üretimi onlar belirliyorsa, türlerin hayatta kalmasının da pazarı doğadır ve üretimi her zaman pazar belirler.

Yaşadığımız çağları bir görseydiniz ne demek istediğimi çok daha iyi anlardınız Havva anacığım. Sistem o kadar büyük defolar içermektedir ki artık kapitalizmin aldığı hal Adam Smith’in çizdiği senaryolardan çok daha farklı noktalara varmıştır. Kişiler yetenekleriyle değil de sistemin defoalrını kullanma edimleriyle pastadan kaptığı dilimlerin boyutunu belirlemektedir. Kurnazlık daha doğrusu yalan söyleme becerisi de bizlerin yeteneğidir denilebilir. Belki de insan ırkınun geleceğini daha iyi yalan söyleyebilenler kurmalıdır. Burada Nietzsche’nin o meşhur hayali sorusunu tekrar sormak isterim. “Bana insanlığın bu durumu doğal mı diye sorarsanız sizlere doğanın içinde doğal olmayan bir şey olabilir mi derim” (tam cümleyi ve geçtiği kitabı unuttum ne yalan söyleyeyim)

Eğer, doğanın içinde doğal olmayan bir şey ararsak sanırım bu “yalan” olurdu. Çünkü yalan bir kırılmadır sevgili büyüklerim, yalan hiledir ve yalan hakikatin üstünün örtülmesinden ziyade hakikatin çarpıtılmasıdır. Yalan hakikat salatalığından turşu yapılmasıdır ve bağımlı tedavi merkezlerinin de mottosu olduğu üzere “salatalıktan turşu olur ama turşudan bir daha salatalık olamaz” Hakikati bütünüyle kaybederiz yalanla. Yalan mefhumu bence doğanın içinde doğal olmayacak tek mekanizmadır ve türümüzün geleceğini kurma görevini insanlar yalan üzerinden kapıyorlarsa işte bu bence bizim türümüzün geleceğinin en büyük tehlikesidir.
Hani sevimli köpeklerden bahsetmiştim ya varoluşlarını bütünüyle inşalara endeksleyen işte bizler de geleceğimizi sisteme endekslemek durumunda kalıyoruz.

Örneğin televizyon ekranında bir bakan gördüğümde düşündüğüm şey : “doğada eş bile bulamazdı bu adam ama çıkmış bana nasıl yaşamam gerektiğini dikta ediyor. Bunu da yalan mekanizmasına borçlu” oluyor. Ancak yalan mekanizmasıyla bu zat eş bulup çocuk yapmasının ötesinde, o yavrusunun gelecek nesillerini kurma habitatını, doğru dürüst yaşayan bir insana göre çok daha konforlu bir şekilde inşa edebiliyor.

Sistemin yani modernizm bence bizlere dayattığı en büyük tehlike budur. Yani gelecek nesillerimizi zekamız, bedenlerimizin kalitesi ya da şimdi bilemediğim özelliklerimiz değil de sisteme dayalı mekanizmaların belirliyor olması. Bundan çok kısa bir süre sonra fino köpeklerinin doğada hayatta kalabilmek için bize duyduğu ihtiyacı, biz de sisteme karşı duyabiliriz ve bu da muhtemelen evrimde bizi sistemin bir alt basamağına iter ve son birkaç yüzbinyıldır ikamet ettiğimiz evrim piramidindeki en üst süiti sisteme teslim edip ara katlardan birinde oturmaya başlamak zorunda kalabiliriz. En büyük sorun da dairemizi teslim ettiğimiz bir canlı değil uzamsal olarak varolmayan bir sistem olacaktır.