8 Ocak 2017 Pazar

Mektuptan bir bölüm, Korku ve İyilik


Tüm bu varoluşa ters iş yaşamı, insanlığın bekasına düşman insan ilişkileri, iliklerimize kadar nüfus eden mutluluk gardiyanları ve bilumum defolarına rağmen neden halen daha bu yaşamlara, bu modern zevzekliğe tahammül ediyoruz? Tahammül etsek yine iyi, yeni gelin misali sarılıp bir türlü bırakmak istemiyoruz bu sentetik yaşamları?

Dün bir arkadaşımla oturmuş içeceklerimizi yudumluyorduk. Ben bir türlü zincirlerini kıramayan birinden dert yanıyordum. Bir türlü zincirlerini kıramayan birilerinden, üç beş kişiden, onlarcasından ya da milyonlardan değil, sadece birinden. Neden sadece bir kişi, çünkü yine kendi geleceğimin peşindeydim. Ah şu kahrolası ben yok mu ben. Neyse dağıtmadan devam edeyim. Arkadaşım bana kişilerin güçlerinin ne kadar da kişisel bir şey olduğunu,  yani kendi kapasitenle başkalarının davranışlarını yorumlayamazsın tümcesini o kadar güzel anlattı ki kendisine şu örneği verebildim: “Yani ben, daha İstanbul’un yedi tepesini gezmemiş birisini Everest’e tırmanmaya davet ediyorum ve safça bunu yapmasını dayatıyor, ötesi yapamadı diye ona öfkeleniyorum“
Sonra bana Marks’ın  (hani şu son algı bükücü iyi yürekli bay yanlışın) çok duygusal bir anında kadim dostu Engels’e kurduğu o meşhur kelamlarından birini söyledi. “hic rhodus hic salta” “işte Rodos atla” Aesop’tanmış deyiş  aslen, ben de bilmiyordum.

19 yy Fransız komününde işçi hareketleri tam da o muazzam zaferi kazanacakken bir anda yenilgiye uğrayınca kurmuş bu cümleyi sakallı büyüğüm. İşçiler, ezilenler bin yıllardır süregelen o kaderi tam da değiştirecekken işte o son adımı bir türlü atamadığı için kurulan bu cümle ışık tuttu düşüncelerime.
Vakti zamanında Atinalı bir atlet Rodos’a gidiyor.  Geldiğinde anlatıyor orada nasıl bir atlayış yaptığını, biri de çıkıp yere Rodos yazıyor. Sonra ekliyor “Αὐτοῦ γὰρ καὶ Ῥόδος καὶ πήδημα “Rodos oradaysa hadi atlayış burada”

İşçi sınıfı bin yıllardır ayaklarındaki zincirden yakınıp durdu ya işte tam da ayaklarındaki pranganın kilidi çözüldüğünde o zincirleri fırlatıp özgürlüğüne adım atacak o son atlayışı yapamadı, neden? Ve Marks’ın bile uykularını kaçırdığını düşündüğüm ve kendisine soramadan edemediği o kritik soru, “Yapamadı mı yoksa yapmadı mı?”

Hatırlar mısınız büyüklerim bu mektubun başlarında size bir şey söylemiştim, bizler tutsaklığımıza öyle aşığızdır ki, eğer biri gelip yaşadığımız zindanın kapısını açık bıraksa, biz o kapıdan çıkıp gidemeyiz özgürlüğümüze, korkarız özgürlüğün bize servis edeceği belirsizlikten. Ne güzel tutsağız ama şimdi, yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda (artık yediğimiz neyse?), ne gerek var özgürlüğe, akşam akşam (ki tam da yaşamın akşam vaktine girdiğimiz şu zamanlarda) icat çıkartma başımıza.

İşçi sınıfını son anda tutan da bu olmuş olsa gerek. Yüzyıllardır haykırıp durur, emekçiler her şeyi üretiyor, neden emeğini küçük bir zümrenin kontrolünde bırakıyor? Neden yüzyıllardır emekçiler tutsak ve küçük bir azınlık onların sırtında yaşamasına izin veriyor? Bu sınıfın eline bir fırsat geçse aslında dünya çok daha farklı bir yer olurdu.. Al işte Rodos oradaysa atlayış burada, neyi bekliyorsunuz?

Şimdi işçi sınıfını bir kenara bırakıyorum, daha doğrusu işçi sınıfının onları ezenlerden alacağı özgürlüklerini bir kenara bırakıyorum çünkü benim düşünceme göre kimse kimseye özgürlüğünü teslim etmiş değil. Daha doğrusu kimse bir başkasına teslim etmedi. Evet, özgürlüklerimiz teslim edilmiş durumda da bunun sorumlusu veya emanetçisi bir başkası değil, bizatihi kendimiziz.

Haydi küçük bir özet yapalım, John Lock misali yazımız sürekli tekrarlardan ibaret olsun ne çıkar?

Bizler hayatta kalma stratejilerimizden toplum yaşamını o kadar abarttık ki en sonunda temel stratejimiz halini aldı. Unutmayalım güdülerimizi, yani hislerimizi bir anlamda en temel varoluşsal istençlerimiz oluşturur. Bizler öncelikle hayatta kalmalıyız bu bir akıl yürütme değil, aklın yürütüleceği yolun ta kendisi. Geldiğimiz noktada bizler bunu ancak içinde yaşadığımız topluma yüzde yüz uyumla gerçekleştirebileceğimizi kanıksadık.  Ne demek bu? Hemen söyleyeyim, iyi insan olmak, vefakat Aristoteles’in o muhteşem çıkarımıyla, “insanı iyi yapan yasalardır”.

Biraz Aristoteles denizinde boğulalım. Aristoteles iki iyi koyar: Biri başkaları için iyi, diğeri kendinde iyi. Bence son derece hatalıdır bu çıkarım, daha doğrusu çıkarım doğrudur da iki iyi bir arada anılmamalıdır bile, sadece sesteşliktir bu iki iyi arasındaki benzerlik.
İşte bu iki iyiden birincisi, kendinde iyinin bu etik alanla veya ayağımızdaki prangalarla hiçbir ilgisi yoktur. Kendinde iyi tamamen ontolojik bir mefhumdur. Yani varoluşsal bir kavram.  

Yasalar sayesinde iyi olan, yani kendinde iyi ile sadece isim benzerliği olan “başkası için iyi” ise tam da bizim konumuzdur. Bunun adı iyi falan değildir, hayatta kalma stratejilerinden biridir sadece. Yani tavşanın hızlı koşması, aslanın pençeleri olması gibi bir donanımdır sadece başkası için iyi olmak. Başkası için iyi olmamızın sebebi ile elimizde bir okla ormana girmenin ya da güzelce örülmüş bir ağ ile denize açılmanın arasında aslında hiçbir fark yoktur. Bir avdır en kestirmeden başkası için iyi olmak, bir stratejidir sadece. Öyle bir strateji ki, tamamen kendisini topluma ve endüstriye teslim etmiş insanoğlunun en önemli ve en sefil stratejisi.

Şimdi anlatmak istediklerime bambaşka bir yerden tekrar giriş yapıp, bir çikolatayı iki ucundan yiyerek ortada buluşan sevgili gibi  (yok artık ne fantazilerim varmış ben de yeni yeni öğreniyorum) burada Aristoteles’in iyisiyle buluşmak üzere virgül koyayım.
Kung fu dersinden sifumuz korkuyla ilgili şöyle der. “Eğer sizden daha güçlü bir kişinin karşınızda olduğunuzu görürseniz korkarsınız ve bu çok normaldir, bu korku sizi hayatta tutar. Normal olmayan ve sizin için zararlı olan bu durumda korkmamanız olurdu.”  Korku bedenimizin hayatta kalma stratejierinden biridir yani. Mesela, yanan bir ateşe yaklaşırsak korkmaya başlarız ki korkmazsak o ateşten kaçınma dikkatimiz bizi hayatta tutacak boyutta olamazdı. Korkuya dair bir çok örnek verilebilir ki bu sadece ademoğulları için değil tüm diğer kuzenlerimiz için de geçerlidir. Örneğin tavşanın korkuyla sürekli gökyüzünü kontrol etmesi onu olası bir kartal saldırısında hayatta tutacak stratejidir. Bu bir sonraki adımı görmektir sadece ve hareketinde ilk adımın yaratacağı tehlikeye karşı  alınan önlem.

Çikolatanın diğer ucundan yemeye başladık sanırım ve galiba çok da sürmeyecek ortada birleşme. Görüldüğü gibi sevgi kaybı ya da daha doğrusu iyi insan olamama  fikri insani bir güdü, bir hayatta kalma stratejisi. Yani en ilkel beynimize korkarız ve yine en ilkel güdülerimizle uyarız yasalara ve iyi insanlar oluveririz.

Şimdi sizlere bir sır vereyim mi? Bizler her ne kadar bir tavşanla kuzen de olsak ondan farklı olarak insanız ve hayatta kalmak kadar o kaldığımız hayatı bize güzel bir şekilde geçirmek gibi bir istencimiz de var. Çünkü neydi hatırlayın, Heidegger üstadın bizlere ısrarla anlatmaya çalıştığı? Tüm hayvanlardan farklı olarak bizlerde ölüm mefhumu var, bizler ölümün varlığının bilincinde olan varoluşlarız ve bu bizi tüm diğer canlılardan oldukça faklı bir yere oturtuyor.

Bizleri hayatta tutmaya çalışan güdümüz korkuysa, ölümün varlığını bildiğimiz için her an hareket edip gelişmemizi sağlayan güdümüz de kaygı olarak karşımıza çıkıyor. Ah be Kierkegaard aslında ne kadar da güzel yakalamıştın sen korku ve kaygının nasıl kardeş ama bir o kadar da farklı güdüler olduğunu.

Bizler hayvanız ve korku bizi tüm hayvanlar gibi hayatta tutar. Güvenlik kavramını koyar önümüze, tıpkı bir farenin delik oyup içine saklanması gibi, aynı stratejidir yani. Güvenliği sağladıktan sonra hayatta kalmak için ikinci aşamaya geçeriz ve bu aşamada korkularımıza rağmen inimizden çıkıp besin maddeleri bulmalıyız. Bu da özgürlüktür işte. Tüm canlılar gibi yaşamımız bizi hayatta tutacak güvenlikle, hayatımızı devam ettirebilecek olanakları sağlayabileceğimiz özgürlük arasında gider gelir. 
Fare ininden çıkıp yiyecek bir şeyler bulmalıdır. İnsan güvenli ortamından çıkıp yiyecek bir şeyler bulmalıdır.

Şimdi bu özgürlük ve güvenlik kavramlarına diğer tüm canlılardan farklı olarak bir de ölümün varlığı karşısında duyulan gelişim istencini koyun, yani anksiyeteyi.

Ha bir de pişmanlık, korkularımızdan dolayı yapmadıklarımızın bizlerde yarattığı pişmanlık duygusu. Paralel evrende yaşanan sonsuz sayıdaki olası gelecekten seçtiğimiz şu an yaşadığımız olan geleceğin nasıl da korkularımız yüzünden bu hale geldiğinin bilincine vardığımız andaki pişmanlık.
Yaşam hayatta kalmayı başarırken ne kadar az pişmanlık hissettiğimiz ölçüsünde yaşamdır benim için. 

Öte yandan hayatta kalmamızı engelleyecek derecede cesur davrandıysak, bunu artık geride kalanlar düşünecektir, en azından tüh bak öldüm diye bir pişmanlık güdüsü teknik olarak olanaksızdır.