Tüm bu varoluşa ters iş yaşamı, insanlığın bekasına düşman
insan ilişkileri, iliklerimize kadar nüfus eden mutluluk gardiyanları ve
bilumum defolarına rağmen neden halen daha bu yaşamlara, bu modern zevzekliğe tahammül
ediyoruz? Tahammül etsek yine iyi, yeni gelin misali sarılıp bir türlü bırakmak
istemiyoruz bu sentetik yaşamları?
Dün bir arkadaşımla oturmuş içeceklerimizi yudumluyorduk.
Ben bir türlü zincirlerini kıramayan birinden dert yanıyordum. Bir türlü
zincirlerini kıramayan birilerinden, üç beş kişiden, onlarcasından ya da
milyonlardan değil, sadece birinden. Neden sadece bir kişi, çünkü yine kendi
geleceğimin peşindeydim. Ah şu kahrolası ben yok mu ben. Neyse dağıtmadan devam
edeyim. Arkadaşım bana kişilerin güçlerinin ne kadar da kişisel bir şey
olduğunu, yani kendi kapasitenle başkalarının
davranışlarını yorumlayamazsın tümcesini o kadar güzel anlattı ki
kendisine şu örneği verebildim: “Yani ben, daha İstanbul’un yedi tepesini
gezmemiş birisini Everest’e tırmanmaya davet ediyorum ve safça bunu yapmasını
dayatıyor, ötesi yapamadı diye ona öfkeleniyorum“
Sonra bana Marks’ın (hani
şu son algı bükücü iyi yürekli bay yanlışın) çok duygusal bir anında kadim
dostu Engels’e kurduğu o meşhur kelamlarından birini söyledi. “hic rhodus hic
salta” “işte Rodos atla” Aesop’tanmış deyiş
aslen, ben de bilmiyordum.
19 yy Fransız komününde işçi hareketleri tam da o muazzam
zaferi kazanacakken bir anda yenilgiye uğrayınca kurmuş bu cümleyi sakallı
büyüğüm. İşçiler, ezilenler bin yıllardır süregelen o kaderi tam da
değiştirecekken işte o son adımı bir türlü atamadığı için kurulan bu cümle ışık
tuttu düşüncelerime.
Vakti zamanında Atinalı bir atlet Rodos’a gidiyor. Geldiğinde anlatıyor orada nasıl bir atlayış
yaptığını, biri de çıkıp yere Rodos yazıyor. Sonra ekliyor “Αὐτοῦ
γὰρ καὶ Ῥόδος καὶ πήδημα “Rodos oradaysa hadi atlayış burada”
İşçi sınıfı bin yıllardır ayaklarındaki zincirden yakınıp
durdu ya işte tam da ayaklarındaki pranganın kilidi çözüldüğünde o zincirleri
fırlatıp özgürlüğüne adım atacak o son atlayışı yapamadı, neden? Ve Marks’ın
bile uykularını kaçırdığını düşündüğüm ve kendisine soramadan edemediği o
kritik soru, “Yapamadı mı yoksa yapmadı mı?”
Hatırlar mısınız büyüklerim bu mektubun başlarında size bir
şey söylemiştim, bizler tutsaklığımıza öyle aşığızdır ki, eğer biri gelip
yaşadığımız zindanın kapısını açık bıraksa, biz o kapıdan çıkıp gidemeyiz
özgürlüğümüze, korkarız özgürlüğün bize servis edeceği belirsizlikten. Ne güzel
tutsağız ama şimdi, yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda (artık yediğimiz
neyse?), ne gerek var özgürlüğe, akşam akşam (ki tam da yaşamın akşam vaktine
girdiğimiz şu zamanlarda) icat çıkartma başımıza.
İşçi sınıfını son anda tutan da bu olmuş olsa gerek.
Yüzyıllardır haykırıp durur, emekçiler her şeyi üretiyor, neden emeğini küçük
bir zümrenin kontrolünde bırakıyor? Neden yüzyıllardır emekçiler tutsak ve
küçük bir azınlık onların sırtında yaşamasına izin veriyor? Bu sınıfın eline
bir fırsat geçse aslında dünya çok daha farklı bir yer olurdu.. Al işte Rodos
oradaysa atlayış burada, neyi bekliyorsunuz?
Şimdi işçi sınıfını bir kenara bırakıyorum, daha doğrusu
işçi sınıfının onları ezenlerden alacağı özgürlüklerini bir kenara bırakıyorum
çünkü benim düşünceme göre kimse kimseye özgürlüğünü teslim etmiş değil. Daha
doğrusu kimse bir başkasına teslim etmedi. Evet, özgürlüklerimiz teslim edilmiş
durumda da bunun sorumlusu veya emanetçisi bir başkası değil, bizatihi
kendimiziz.
Haydi küçük bir özet yapalım, John Lock misali yazımız
sürekli tekrarlardan ibaret olsun ne çıkar?
Bizler hayatta kalma stratejilerimizden toplum yaşamını o kadar
abarttık ki en sonunda temel stratejimiz halini aldı. Unutmayalım güdülerimizi,
yani hislerimizi bir anlamda en temel varoluşsal istençlerimiz oluşturur.
Bizler öncelikle hayatta kalmalıyız bu bir akıl yürütme değil, aklın
yürütüleceği yolun ta kendisi. Geldiğimiz noktada bizler bunu ancak içinde
yaşadığımız topluma yüzde yüz uyumla gerçekleştirebileceğimizi kanıksadık. Ne demek bu? Hemen söyleyeyim, iyi insan
olmak, vefakat Aristoteles’in o muhteşem çıkarımıyla, “insanı iyi yapan
yasalardır”.
Biraz Aristoteles denizinde boğulalım. Aristoteles iki iyi
koyar: Biri başkaları için iyi, diğeri kendinde iyi. Bence son derece hatalıdır
bu çıkarım, daha doğrusu çıkarım doğrudur da iki iyi bir arada anılmamalıdır
bile, sadece sesteşliktir bu iki iyi arasındaki benzerlik.
İşte bu iki iyiden birincisi, kendinde iyinin bu etik alanla
veya ayağımızdaki prangalarla hiçbir ilgisi yoktur. Kendinde iyi tamamen
ontolojik bir mefhumdur. Yani varoluşsal bir kavram.
Yasalar sayesinde iyi olan, yani kendinde iyi ile sadece
isim benzerliği olan “başkası için iyi” ise tam da bizim konumuzdur. Bunun adı
iyi falan değildir, hayatta kalma stratejilerinden biridir sadece. Yani
tavşanın hızlı koşması, aslanın pençeleri olması gibi bir donanımdır sadece
başkası için iyi olmak. Başkası için iyi olmamızın sebebi ile elimizde bir okla
ormana girmenin ya da güzelce örülmüş bir ağ ile denize açılmanın arasında
aslında hiçbir fark yoktur. Bir avdır en kestirmeden başkası için iyi olmak,
bir stratejidir sadece. Öyle bir strateji ki, tamamen kendisini topluma ve
endüstriye teslim etmiş insanoğlunun en önemli ve en sefil stratejisi.
Şimdi anlatmak istediklerime bambaşka bir yerden tekrar
giriş yapıp, bir çikolatayı iki ucundan yiyerek ortada buluşan sevgili
gibi (yok artık ne fantazilerim varmış
ben de yeni yeni öğreniyorum) burada Aristoteles’in iyisiyle buluşmak üzere
virgül koyayım.
Kung fu dersinden sifumuz korkuyla ilgili şöyle der. “Eğer sizden
daha güçlü bir kişinin karşınızda olduğunuzu görürseniz korkarsınız ve bu çok
normaldir, bu korku sizi hayatta tutar. Normal olmayan ve sizin için zararlı
olan bu durumda korkmamanız olurdu.”
Korku bedenimizin hayatta kalma stratejierinden biridir yani. Mesela,
yanan bir ateşe yaklaşırsak korkmaya başlarız ki korkmazsak o ateşten kaçınma
dikkatimiz bizi hayatta tutacak boyutta olamazdı. Korkuya dair bir çok örnek
verilebilir ki bu sadece ademoğulları için değil tüm diğer kuzenlerimiz için de
geçerlidir. Örneğin tavşanın korkuyla sürekli gökyüzünü kontrol etmesi onu
olası bir kartal saldırısında hayatta tutacak stratejidir. Bu bir sonraki adımı
görmektir sadece ve hareketinde ilk adımın yaratacağı tehlikeye karşı alınan önlem.
Çikolatanın diğer ucundan yemeye başladık sanırım ve galiba
çok da sürmeyecek ortada birleşme. Görüldüğü gibi sevgi kaybı ya da daha
doğrusu iyi insan olamama fikri insani
bir güdü, bir hayatta kalma stratejisi. Yani en ilkel beynimize korkarız ve
yine en ilkel güdülerimizle uyarız yasalara ve iyi insanlar oluveririz.
Şimdi sizlere bir sır vereyim mi? Bizler her ne kadar bir
tavşanla kuzen de olsak ondan farklı olarak insanız ve hayatta kalmak kadar o
kaldığımız hayatı bize güzel bir şekilde geçirmek gibi bir istencimiz de var.
Çünkü neydi hatırlayın, Heidegger üstadın bizlere ısrarla anlatmaya çalıştığı?
Tüm hayvanlardan farklı olarak bizlerde ölüm mefhumu var, bizler ölümün
varlığının bilincinde olan varoluşlarız ve bu bizi tüm diğer canlılardan
oldukça faklı bir yere oturtuyor.
Bizleri hayatta tutmaya çalışan güdümüz korkuysa, ölümün
varlığını bildiğimiz için her an hareket edip gelişmemizi sağlayan güdümüz de
kaygı olarak karşımıza çıkıyor. Ah be Kierkegaard aslında ne kadar da güzel
yakalamıştın sen korku ve kaygının nasıl kardeş ama bir o kadar da farklı
güdüler olduğunu.
Bizler hayvanız ve korku bizi tüm hayvanlar gibi hayatta
tutar. Güvenlik kavramını koyar önümüze, tıpkı bir farenin delik oyup içine
saklanması gibi, aynı stratejidir yani. Güvenliği sağladıktan sonra hayatta
kalmak için ikinci aşamaya geçeriz ve bu aşamada korkularımıza rağmen inimizden
çıkıp besin maddeleri bulmalıyız. Bu da özgürlüktür işte. Tüm canlılar gibi
yaşamımız bizi hayatta tutacak güvenlikle, hayatımızı devam ettirebilecek
olanakları sağlayabileceğimiz özgürlük arasında gider gelir.
Fare ininden çıkıp
yiyecek bir şeyler bulmalıdır. İnsan güvenli ortamından çıkıp yiyecek bir
şeyler bulmalıdır.
Şimdi bu özgürlük ve güvenlik kavramlarına diğer tüm
canlılardan farklı olarak bir de ölümün varlığı karşısında duyulan gelişim istencini
koyun, yani anksiyeteyi.
Ha bir de pişmanlık, korkularımızdan dolayı
yapmadıklarımızın bizlerde yarattığı pişmanlık duygusu. Paralel evrende yaşanan
sonsuz sayıdaki olası gelecekten seçtiğimiz şu an yaşadığımız olan geleceğin
nasıl da korkularımız yüzünden bu hale geldiğinin bilincine vardığımız andaki
pişmanlık.
Yaşam hayatta kalmayı başarırken ne kadar az pişmanlık
hissettiğimiz ölçüsünde yaşamdır benim için.
Öte yandan hayatta kalmamızı
engelleyecek derecede cesur davrandıysak, bunu artık geride kalanlar
düşünecektir, en azından tüh bak öldüm diye bir pişmanlık güdüsü teknik olarak
olanaksızdır.