22 Kasım 2014 Cumartesi

Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol

2014 Türkiye’sinde neden herkes yalancı ve neden kimse kendisini olduğu gibi ifade etmiyor?

Çok önemli bir sorunun cevabını biliyorum sevgili okur ama bunu ancak biraz uzun yoldan anlatabilirim. Sabırla okursanız, tıpkı şu sahildeki ölmeyi bekleyen ama bir densizin tekrar denize, daha büyük canlılara yem olarak attığı denizyıldızı gibi, sizin için bir şeyler değişebilir.
Yalan kavramı üzerine bir deneme yazmak… yine ne zor bir ödev belirlemişim kendime işgüzarca. İki başat sorun var yalan üzerine yazmakta. Bunlardan birincisi ve benim açımdan nispeten daha önemi olan, kendimi açık etme riski, diğeri ise kısmen önemsiz, Türkçe ’de yalanın tanımın belirsiz olması. Bu iki sorunu aşabilmek için şimdiden söyleyeyim, yazan (ben) bu yazıda yalan söylememektedir ve yalanın tanımını hepimiz biliyoruz, her ne kadar TDK bu tanımı yapamasa da.

TDK, yalan kelimesi için doğru olmayan, gerçeğe uymayan demiştir. Gerçeğin tanımında doğru, hakikat, yalan olmayan, doğrunun tanımında ise gerçek, yalan olmayan demiştir. Tahmin etmişsinizdir hakikatin tanımı için de gerçek yazmışlardır. Yani Türk dil kurumu hakikat, gerçek, doğru ve yalan kelimelerinin hiçbir şekilde anlamını yazmamış, sadece bu mefhumların birbirleriyle olan ilişkilerini vermiştir. Her şeyi devletten beklememek lazım di mi ama sevgili okur. Netice itibarı ile devlet elinden geleni yapmış ve sana 4 kavramın birbiriyle olan ilineksel bağlantısını vermiş, bunlardan bir tanesinin bile tanımını yaparsan diğerlerinin de çözüleceğini belirtmiştir. Tanrı devletimizi ve bütün kurumlarını korusun!!

Seni seçtim “DOĞRU” önce seni anlatacağım. Sonrasında senin olmadığın yerlere yalan diyeceğim, sonuçta TDK bana yalanın, aslında senin olmadığın durum olduğunu söylüyor.  Peki, TDK Doğrunun tanımını gerçekten den de hakikate uygun bir şekilde mi yapıyor, yoksa yalana mı batmış? Göreceğiz.
Doğru hiç de öyle yalan olmayan değildir. Tanımın özüdür, olumluluk ifade eder her şeyden önce. Diyalektikten beyni hamura dönmüş biz Sokrates sonrası nesiller, her şeyi zıddıyla anlamak gibi bir ahmaklık havuzunda yüzmekteyiz de o yüzden anlayabileceğimiz ancak doğrunun olmadığı andır. 
Oysa ki doğrunun oldukça basit ve doğru bir tanımı vardır. Doğru, bir görünümün nesnesini olabildiğince eksiksiz ifade edebilmesidir. Ne demektir bu?

Tüm canlılar kendilerini, sesle olsun, hareketle olsun ya da karşısındaki varoluşun duyu organlarıyla algılayabileceği herhangi bir yöntemler olsun, ifade etmeye çalışırlar. Biz ademoğulları çokluk konuşma, kısmen davranış nadiren de sanatla dile getiririz duygu ve düşüncelerimizi, ifade ederiz yani kendimizi. İşte bu ifadenin içimizdeki duygu ve düşüncelerin karşılığı olma oranıdır doğruluk. Yani asla bütünüyle doğru olunamaz ya da bütünüyle doğrunun olmadığı bir ifade olamaz. İşte bu yüzden büyük münzevi Spinoza doğru kelimesini uygunlukla özdeşleştirmiştir ve olabildiğince doğru olana da yani ifadenin nesnenin maksimum karşılamasına da up-uygun demiştir, iyi de yapmıştır. Bu anlamda mutlak bir doğru da olamaz, karşıtı da mutlak olamaz.

Yalan işte bu doğrunun olmadığı anlardır dediğimizde, yani sanki doğrunun zıddıymış gibi algıladığımızda, zaten asla olmayan bir kavramın zıddının olmasını bekleriz ki çuvallarız. Oysa bildiğimiz anlamında yalan çok daha basittir. Yalan bu ifade edemeyiş değil, yani doğrunun zıddı değil aksine onun bir kırılmasıdır. Yalan insanların ifadelerini bilinçli bir şekilde çarpıtmasıdır, aslında oldukça basittir, doğru kavramı kadar derin değildir.

Doğru ve yalanın ilineksel bağlantısını –ki burada ilineksel kelimesini özellikle kullanıyorum çünkü bu bağ kesinlikle zorunluluktan gelir ama bütünüyle de birbirlerine koşut değildir- anladıktan bir konuyu daha serimleyip, sonrasında aslında yazmak istediklerime geçebilirim, yani başta taahhüt ettiğim Türkiye insanının neden sahtekar olduğu bilgisine…
İkinci nokta -sonradan bu yalan kavramıyla birleşecek- başta primatların, ötesinde tüm canlıların taklit ve öğrenme yeteneğidir.

İnsan tüm diğer canlılar arasında öğrenme yeteneği en güçlü olan varoluş olarak, kendisine evrim pastasından en büyük payı almıştır. Uzun uzadıya evrimi ve insanın alet kullanma becerisinden başlayarak öne çıkışını, bu öne çıkışta öğrenme kapasitesinin önemini anlatmak değil niyetim. Derdim bu öğrenmenin her daim avantajımız haline gelmemiş olmasıdır. Daha doğrusu belki evrimimizin ilgilendiği tek nokta olan türümüz devamlılığı için faydalı olsa da, bu türün devamlılığını sağlayacak bireyler için bir mutluluk kaynağı olmamasıdır.

Bizler öğreniyoruz sevgili okur, istesek de istemesek de öğreniyoruz ve bu öğrenişler her daim bizim mutluluğumuzun kaynağı olmuyor. Hatta aksine, modern toplumda yaşadığımız birçok hezeyanın da başat sebebi oluyor. Bu da başka bir konu ama bizlerin yaşananlardan öğrendiklerimizin isteğimiz doğrultusunda olmadığı tam da yaşadığımız zamanların konusu. Öğrenme istekle olan bir şey değildir, yani öğrenme bedenimizin ve onun bir parçası olan beynimizin, bizim irademizden bağımsız olarak sürdürdüğü bir edimdir. Sadece bizlerin de değil bütün canlıların.

Günümüz Türkiye’si şimdiye kadar hiç olmadığı kadar keskin bir dönemden geçiyor. Bu dönemi trajik yapan nokta, dönemsel siyasal çekişmeler ya da bir insan ömründe yaşanacak olan eziyetler değildir. Bu dönemi daha vahim yapan nokta tüm bunlar yaşanırken koca bir neslin yalanı öğrenmiş olması, daha da ötesinde yalanın insana sağladığı faydayı öğrenişidir.
Günümüzde siyasiler ya da siyasi duruş sağlayan kanaat önderleri fütursuzca yalan söylemektedirler. Öyle yalanlar ki, hem kendi izleyicilerinin hem de karşıt görüştekilerin, bu söylenenlerin yalan olduğundan en ufak şüphesinin olmadığı yalanlar. Bu yalanlarla kendilerine anlık avantajlar sağlıyor ya da daha önceden sağladıkları avantajları koruyorlar.  Gerçek sorun bu avantajlar da değildir, sonuçta bunlar bir insan ömrünü etkileyen avantajlar ve karşıtı olarak dezavantajlardır. Daha büyük bir sorun, koskoca bir neslin yalanla ilişkisinin patolojik boyutlara varmış olmasıdır.

Bugün ister x görüşünden ister y görüşünden olsun (ama nedense ekseri dindarlar) bütün bir toplum yalanın, yani kişinin içinden geçenleri, niyetlerini, düşünceleri ya da ereklerini bilerek çarpıtmanın, kendisine nasıl avantaj sağladığını istem dışı olarak öğrenmektedir ve primat doğasına uygun olarak da bunu taklit etmektedir. İşte bizlerin bugün sosyal yaşantımızda sürekli olarak yalanla, kendisini farklı gösteren insanlarla ilişkiler kurmamızı sağlayan tam da bu öğrenilenlerdir. Burada bir soru daha karşımıza çıkıyor, günümüz modern toplumundaki ilişkiler mi siyasetteki bu yalan mekanizmasını yaratmıştır yoksa siyaset mi modern yaşama bu yalanı sokmuştur? Ne önemi var ki bunun! Ne demişti Marks, önemli olan anlamak değildir, değiştirmektir!

Ben kendi payıma bu yalan çarkına bir çomak sokma niyetindeyim ve bu niyetin sebebi de kendi mutluluğumdur, etik değerler değil. Şu unutulmamalıdır ki insanın yegane mutluluk kaynağı kendisini olabildiğince doğru ifade edebilmesi ve karşısındaki kişinin bu ifadeyi  upuygun bir şekilde soğurmasıdır. Sırf anlık pratik çıkarlarınız için yegane mutluluk kaynağınızdan vazgeçmeyiniz. Varsın yalancılar, anlık pratik çıkarlar sağlasınlar, siz tercihinizi, kendinizden yana yani bireysel mutluluğunuzdan yana kullanın! Kendinizi upuygun hatta ve hatta dosdoğru ifade edin..


12 Kasım 2014 Çarşamba

Yeniden doğuş..

Tarih boyunca ilahi hayat (ilahiyat) hep yeniden doğuş üzerine inşa edilmeye çalışılmıştır.  Sadece semavi dinlerde değil bütün inanışlarda bu kült en önemli yere konmuştur, inanç sistemlerinde. Hatta şu anda yeniden doğuş mitinin Anadolu’daki en önemli sembolü olan Tanrı Dionysos için yazılmış bir ilahiyi dinliyorum ve şiir kısmında Protogonon (iki kez doğan) sözü ve peşine gelen trigonon (üç kez-defalarca- doğan) sözleri yazıma ilham oluyor.

Ne diyordum yeniden doğuşun ilahiliği… Anka kuşu gibi küllerinden doğmak ya da Mesih İsa gibi bir gün yeniden dünyaya gelmek ya da Dionysos gibi Zeusun baldırında yeniden doğmak ya da Budizm’deki gibi bir farenin kanını ısıtmak için soluk almak ya da bütün semavi dinlerdeki gibi yaşama cennette yeniden gözlerini açmak…

Ne çok öykünmüşüz biz Ademoğulları yeniden dünyaya gelmeye, işlediğimiz bütün günahlardan arınıp tekrar bir bebek misali yaşama gözlerimizi açmaya. Oysa bunun tek koşulunun önce ölmek olduğunu hep unutmuşuz. Terminoloji ya da feylosof adları kullanılarak yazılan yazılardan hep tiksinmişimdir. Özellikle o değerli düşünce insanlarını kendi dev aynası olarak kullanan insanlar hep iğreti duygular yaratmıştır kalbimde… Haddi mi –ki benim bir haddim var mı onu henüz bilmiyorum- aşarak söyleyeyim bu dev aynası, fuarlardaki komikli aynaları çağrıştırmıştır her daim bana.  Ama bu yeniden doğuş mitinde aziz Nietzsche’nin adını anmak zorundayım. Ne anlatmıştı bize büyük düşünür? Tamamen kül olmazsa eğer bir ateş, o kordan yanan ateş yeni bir ateş olmaz, bir önceki ateşin devamı olur… Eğer ki yeniden doğmak bizler için bu kadar yüce ise –ki kurcalayın kalbinizi gerçekten yüce- önce, bir önceki ateş sönmeli, ölmeli insan en kestirmeden yeniden doğmak için…

O zaman idrak eder işte insan, ne kadar kutlu bir olaydır halen daha nefes alabiliyorken ölebilmek.. Ölürken çektiğin acıların bir anda anı olması, sanki başka bir ademoğlunun yaşadıklarıymışçasına onlara uzaktan bakabilmek ve dalga geçebilmek… Belki de doğanın biz insanlara verdiği yegane armağandır bu yeniden doğabilme kabiliyeti, belki de ölüm mefhumuna sahip tek canlı olan insanın en büyük erdemidir yeniden doğuş… Hele bir de bu yolculukta, bu ölüp yeniden dirilme yolculuğunda yani, bir rehberin varsa bir Nedret’in varsa.. Ne demişti şair? Böyle zamanlarda insan ağlamadan müzik dinleyemez….





28 Ekim 2014 Salı

Güven ve aşk korkusu üzerine bir deneme..


Toplum yaşamının, sağlıklı kafalarla devam edebilmesinin eter nedenlerinin belki de yeganeleri olan güven ve aşk mefhumlarıyla ilgili genellemelere gidilecekse, öncelikle genelleme kelimesine hakkını teslim etmek gerek herhalde. Genelleme hakkında aklımda kalan en önemli tümce “İnsan kendinden olmayan bir genelleme yapamaz” şeklinde. Bu tümce bana mı ait yoksa genç yaşlarımda etkilendiğim bir başkasına mı şimdi tam hatırlamıyorum ama ne fark eder ki? İdeaların mülkiyetinin olamayacağı ideası en azından bana ait (çelişik cümleler Episode bilmem kaç). Bu genellemeden de anlaşılacağı üzere ben inanıyorum ki, bizlere yukarıdan bakarak, kendileri dışındaymışçasına toplum yaşamıyla ilgili genellemeler yapan, başta ulu önder Sokrates olmak üzere büyük büyük feylesoflar, aslında çıkardıkları tüm savların tam ortasından kopup gelmektedirler. Bu durumda hadsizce yapacağım güven ve aşk genellemelerinin de tam ortasından geldiğimi görmek hiç zor olmasa gerek.

Güven neydi? Samet ona güven mi demişti? (bknz. Selvi boylum al yazmalım)  Hayır! Sevgi gibi hissedene ait bir mefhum olamaz güven! Kişinin hissettiği duyguya güven demesi, onu güven yapmaz! Güvenin, üzerinde ortak bir görüş birliğine varılacak, objektif bir tanımı olmalıdır. O zaman tekrar soruyorum güven neydi? Güven en basit tabiriyle, kişinin beklentilerinin, beklentinin nesnesi haline gelen diğer varoluş tarafından karşılanmasının oranıdır. Güven kelimesine anlamını veren, beklentidir aslında.  

Türk Dil Kurumu misali bir kavrama denk gelen kelimenin anlamını, bir başka kelimeyle tanımlayıp işin içinden sıyrılmak değildir amacım. Beklenti kelimesinin anlamını tüm açıklığıyla gözler önüne ama en başta kendi gözlerimin önüne serimlemek niyetindeyim. Ancak öncelikle güven neden beklentidir bir buna bakalım.

Bir kişiye güven nedir? Tüm örnekleri düşünün, düşünelim öncelikle. Mesela paramızı emanet etmek ya da canımızı? Bir şeyi bir kişiye emanet ettiğinizde ortada oluşan güven, o kişinin o parayı sizin isteğiniz dışında yönetmeyeceğine olan beklentiniz değil midir? Ya da bir halkın ülkenin yönetici kurumlarına güven duyması? Yöneticilere verdiğimiz imtiyazlar karşısında, haklarımızı önceliklendirmelerine karşı girdiğimiz beklenti değil midir burada güven dediğimiz? Ya da hiç dışarıya bakmadan kendimize duyduğumuz güven, kendimizden, gelecek zaman içerisindeki beklentilerimiz değil midir? Yani bir anlamında dasein da bahsedilen varoluş yolculuğunun çıkış noktası. (Heidegger benimle ol, uzanıp yıldızlardan bakalım dünyadaki neslimize). Güven duyma üzerine aklımıza gelebilecek tüm durumlarda ortada hep bir beklentinin kendisini gösterdiğini görmek çok zor olmasa gerek.

Güvenle ilgili tüm tanımlar dönüp dolaşıp beklentiye bağlanıyorsa eğer, bu noktada güven neydi sorusunun cevabı gerçekten de “Samet ona güven dedi” şeklinde verilmelidir. Güven de üzerinde anlaşılması gereken birden fazla varoluşu bağlayan bir mefhum değil, kişinin kendisini ilgilendiren beklenti duygusuna verdiği duygudur, bütünüyle subjektiftir yani. Kişileri güvenilmez yapan da o kişilerin bizlerin beklentilerini karşılamamasıdır kısacası.  Güvenilmezlik karşıdaki kişiye aittir çünkü bizde bir beklenti oluşturmuştur ve sonrasında bu beklentiyi karşılamamıştır çıkarımı da, bizlerin kendi beklentilerimizi yönetememe basiretsizliğinin verdiği sıkıntıdan, karşı varoluşları suçlayarak sıyrılma çabamızdır.


Peki, sevgi neydi? Sevgi güvenmekti? Ama kime? Sadece karşıdaki insana mı yoksa bir insana âşık olduğunda, oluşacak ruh halinde kendi davranışlarına mı? Eğer ki aşk kendi varoluşumuz için eter nedense, geçmiş deneyimlerimizden yola çıkarak ön koşul olarak koyduğumuz güvenden uzaklaşıp, beklentileri fabrika ayarlarına çekmek, aşk korkusu yaşayan insanları tekrar özgür kılacaktır.


9 Ekim 2014 Perşembe

Gezi direnişçileri için Kobane direnişini anlama kılavuzu

Günlerdir sosyal medya ortamında “Şimdi otobüs yakınca Kobane'ye destek mi oluyorsun” vb. sorular soruluyor. İlk günlerde bu soruları, soruları soran kişilerin haleti ruhiyelerinin dışa vurumu olarak görmüştüm ki halen daha birazdan anlatacaklarımı ilk bakışta sezip ama bilinç dışı olarak görmezden gelmelerini bu haleti ruhiyeden kaynaklandığını düşünüyorum.
Peki nedir içinden bir türlü çıkılamayan vicdan ve akıl muhasebesi? Bir yanda, orada masum Kobane halkını tehdit eden aklın alamayacağı büyüklükteki vahşet tehlikesi var. Hem de öyle böyle değil, bütün gezi direnişçilerinin karşısında birleştiği, dini kendine kılıf edinmiş yozlaşmış bir orta çağ vahşeti tehlikesi. Öte yandan yine gezi olaylarında birebir kendisini düşman ilan ettiğini düşündüğü kendi hükumetinin, bu vahşilere verdiği açık destek fikri. Aklı hür vicdanı hür her birey bu durum karşısında elinden geleni yapmak konusunda kendisini mecbur hissetmiştir herhalde. Ancak işte gel gör ki öte yandan uzun yıllardır Terör örgütü olarak gördüğü bir yapıyı savunmak oluyordu bu muhasebenin sonucu.
İş bununla da kalmıyordu, açıkçası biraz fazla cesaret isteyen bir direniş olacağı çok belliydi bu direnişin. Öyle sokaklara çıkıp gaz yemeye benzemeyeceği o kadar aşikardı ki. Bir kungfu değişi şöyle der “Kavgada yumruk yemekten korkmamak çok büyük bir avantajdır, ancak kavgayı yumruk atmaktan korkmayan kazanır”. İşte bizler bu yumruğu atacak cesareti olmayan insanlarız, kaldı ki zaten yumruk atmayı da etik olarak yanlış buluruz. En önemlisi de bu yazının temelini oluşturacak bir soru var aklımızda, Biz kavgacı mıyız? Kazanmak istediğimiz bir şey yok ki! Sadece kendimizi savunuyoruz!
Kobane halkına destek vermek için sokağa çıkamayacağımız daha en başından belliydi ama neden çıkamadığımızı işte yukarıdaki soruyla ifade ediyorduk. Çünkü bizler otobüs yakıp sokakta gördüğümüz IŞID sempatizanlarını linç edebilecek insanlar değildik.  “Şimdi otobüs yakınca Kobane'ye destek mi oluyorsun” sorusunun alt anlamlarının bence en öne çıkanı “Kobane halkının mücadelesinde biz de sokaklara çıkıp sizlerle birlikte olmak istiyorduk, ama siz bu kadar sert olunca biz nasıl bunu yapabiliriz ve hiçbir şey yapmadığımız için vicdanlarımız da bizi rahatsız ediyor ve bunun sorumlusu sizlersiniz”
Öncelikle başkaldırı ve devrim yürüyüşü (kesinlikle sosyalist bir devrim vs.. değil, bir şeyleri kökten değiştirme yürüyüşü burada kastedilen) konularını iyi anlamak gerekiyor. Başkaldırı, kaybedilen haklar artık tahammül edilemez noktaya geldiğinde, kişinin ya da kitlelerin artık daha fazla hak kaybetmemek için spontane olarak başlattıkları bir duruştur, isyandır tam olarak. Devrim yürüyüşü ise temelinde yeni hak talepleri üzerine kuruludur. Kişi ya da gurup birilerinden elinde tuttuğu şeyleri ister. Daha iyi anlamak için basit bir metafor yapmak isterim. Örneğin küçük bir çocuksunuz ve okulda sizden büyük bir serseriye sürekli haraç veriyorsunuz. Artık öyle bir an gelirsiniz ki, ne olacaksa olsun dayak yiyeceksem de yiyeyim ama daha fazla haraç ödemeyeyim şu serseriye der ve başkaldırırsınız. Muhtemelen temiz bir dayak yersiniz, sonra bir daha belki ama bir süre sonra paranız cebinizde kalır. İşte bu başkaldırıdır. Oysaki o serseriden, sizden daha önce aldığı paraları istemek, işte bu bir taleptir. Bunu başarabilmeniz için başkaldırıdaki durumdan çok daha fazlasını yapmalısınız. Başkaldırıda siz edilgenliği reddedersiniz, hak talebinde ise direkt olarak etken olmalısınız, yani yumruk atmaktan korkmayan taraf olmalısınız. Bu metaforda olduğu gibi her başkaldırı içinde bir devrim yürüyüşü potansiyelini de barındırır. Kişi ya da kitle, kaybetmek üzere olduğu o son hakkını koruyunca, daha önce kaybettiklerini talep etmek ister. Gücünce, kararınca. Bu da o kişiyi ya da kitleyi devrim yürüyüşüne sokar. Sistem yüzyıllar içinde bu konuda o kadar güzel savunma mekanizmaları geliştirdi ki, gezi olaylarının nasıl bittiğini hiç kimse anlamadı. Bir noktada müsterih olmalısınız,  nasıl ki sizler hak talep edenleri yani devrimcileri anlamıyorsanız, onlar da sizleri anlamadılar. Neyse konu gezi değil..
İşte bu noktada Kobane eylemleri artık daha fazla hak kaybetmek istemeyen Kürtlerin bir başkaldırısı değildi. Onlar devletten bir şey talep ediyorlardı, kendi ülkesi dışındaki bir savaşa müdahil olmasını. Ayrıca 1980’den beri devam eden Kürt hareketi, o tarihe kadar kaybedilmiş tüm hakların geri talebi şeklinde olduğundan, yapısı gereği devrimci bir harekettir. Burada kesinlikle ne hakları varmış vb sorular sormak yersizdir, çünkü burada haktan kasıt, talep edenin görüşüdür.
Gelelim otobüs yakma konusuna ya da okul ya da benzin istasyonu. Kestirmeden söyleyelim, evet bunlar en basit anlamından Kobane’ye yardım eder, hem de ne yazık ki bu kadar kısa süre içinde müdahale edilmesi gerekirken başvurulunabilinecek yegâne yoldur. Kürt hareketinin bu 40 yıllık süreçte devletten talepleri her daim bu yolla aldığını da hesaba katarsanız farklı bir refleks beklememeniz gerekir.  Hele bir de ölen gençler var ki, bu da yine Kürt hareketinin Kobane’ye destek olunmadığı durumda, nasıl da ölümü bile göze aldıklarının göstergesi olarak yine Kobane’ye çok büyük yardım etmiştir. Özellikle bir şeyi belirtmek istiyorum, ben asla omlet için yumurta kırılması taraftarı sapkın Stalinistler’den değilim, burada sadece durumu açıklığıyla ifade etmeye çalışıyorum.
Bütün bunlar sokaklardaki Kürt gençlerinin bilinçle yaptıkları şeyler değil elbette ama kitleleri sokağa döken yönetici kadroların plan programıdır.  Yöneticiler kitlelerinin nasıl davranacaklarını çok iyi biliyorlardı. Düşünün ben bugün Ali İsmail’in görüntülerini seyredemedim, içim kaldırmadı. Gezi direnişinde öldürülen Berkin’in cenazesinde gözyaşlarımı tutamadım. İşte Kürt hareketi son 40 yılda 60.000 tane insanını kaybetti. Konu nicelik değilse de yine de bu hafife alınacak bir öfke değildir.
Son olarak olayları bütünden koparıp tek tek ele almak şizofrenik düşence yapısının en önemli özelliğidir. Yani bir şizofren bağırsaklarını boşaltmak istediğinde, bunu o anda bulunduğu toplum yapısının bir parçası olarak düşünemediği durumlarda, donunu sıyırıp işini görecektir. Bu konuların bütünden kopmasının en basit göstergesidir. Bir otobüsün yakılmasının Kobane’ye ne gibi yardımı vardır sorusu bu noktada bütünden kopuk sorulan bir soru olduğundan basit anlamıyla şizofrenik bir sorudur.
Bizlere, yani bir kişinin burnunun kanamasını bile istemeyen insanlara düşense, bundan sonraki dönemlerde, belki de torunlarımızın torunlarının yaşayacakları yüzyılları kastediyorum burada, insanların hak taleplerini nasıl barış içinde, bir ütopya ülkesindeymişçesine çözecekleri çözümleri bulmaktır. Unutulmamalıdır ki düşüncede çıkmaz yoktur, sadece henüz bulunamamış mantık kurguları vardır…

Not 1: yazıda büyük ölçüde Albert Camus’un başkaldıran insan kitabındaki fikirlerden etkilenme vardır.



14 Ağustos 2014 Perşembe

Aristoteles ve Demokrasi



Aristoteles,  “Atinalıların Devleti” kitabında, demokrasiye dair şimdiye kadar yapılmış en eski ve en güzel methiyelerden birinde şöyle der:

 "Atinalılar bu tercihlerinde [Demokrasiyi kastediyor] haklı olmalı, çünkü az sayıdaki yetkili para ve bağışlarla, kalabalıklardan daha kolay yozlaşarak satın alınabilinirler"  

Eğer bizler halen daha demokrasiyi savunacaksak, en azından demokrasinin tanımının "halkın kendisini yönetecek az sayıdaki yozlaşmaya ve satın alınmaya müsait insanı seçmesi" demek olmadığını hakkıyla idrak etmeliyiz. Kaldı ki bu tanım tam da Aristotelesin demokrasiyi övdüğü noktanın zıttına düşmektedir.

Bugün, sandığa gidip oy verdiğimiz, meclis üyelerini ve hatta ülkenin Tiranını seçtiğimiz sistemin sadece adı demokrasidir, kendisi değil. Şunu açıkça görmemiz gerekiyor ki, eğer günümüzdeki oligarşik yozlaşmış düzenin adına demokrasi demeseydik, bugün demokrasi arayışında bir ulus olabilirdik. Bizlerin demokratik sistemle aramızdaki en büyük engel, zaten demokratikbir şekilde yönetildiğimiz algısına kapılmamızdır.

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Üretmeyeceksin



Yuhanna (John) "Başlangıçta logos vardı,logos tanrıyla birlikteydi ve Logos Tanrıydı" diye başlar, yani başlangıçta ifade vardı der, herşeyin başına ifadeyi koyar ve onu tanrısallaştırır. Bütün Avrupa ortaçağ karanlığı, Kilisenin ifade özgürlüğüyle katilce mücadelesi olmamış mıdır ?
Allah'ın Hz. Muhammed'e verdiği ilk emir  "İkra:Yaratan rabbinin adıyla oku" olmuştur. Cahiliye döneminin acılarının ancak okumayla giderebileceğini söylememiş midir bu emir? Günümüzde İslam dininin ortaçağ karanlığını yaşamasının, namaza duran insanları katletmesinin ilk sebebi olarak müslümanların okumaması, özellikle kendilerini cahil etmeleri gelmiyor mu ?

Son olarak Musa Peygamber'e tanrısı Yehova 10 emir verdiğinde "Öldürmeyeceksin" dememiş midir? Neden Yahudiler bugün ilimleri, felsefeleri ve üstün nitelikleriyle değil de yaşlı, çocuk gözetmeksizin aldıkları canlarla anılıyor?

Tanrım, sanırım ümmetlerin senin sözünü özellikle dinlemiyor ve sen bunu bildiğin için elini ayağını çektin bizlerden ? Yoksa bugün bize seslensen "Üretme, daha fazla üretmeyeceksin, Allah'ın adıyla dur artık dinlen" diyeceksin ve bizler de çıldırmış gibi üretmeye devam edeceğiz....

8 Temmuz 2014 Salı

Bizler, parazitler..

...............Bizlerin, diğer canlılar için nasıl bir parazit olduğumuzun en güzel göstergesini, ne ironiktir ki yine diğer canlı türleri için canını dişine takan hayvanseverler dışavuruyorlar. Sıkça duyarız, “sarı kanat yemeyin, bırakın lüfer olsun” diye, hatta kampanyaları bile vardır, hayvanseverlere yaranmak isteyen lokanta sahipleri gururla asarlar “Burada çinekop ve sarıkanat satılmamaktadır” diye. Bilmeyenler için söyleyeyim, çinekop ve sarıkanat lüferin boyutlarına göre yavrularıdır ve yumurtlayacak yaşa ulaşmamış halleridir, aynı zamanda oldukça lezzetlidir, tıpkı koyundan ziyade süt kuzusu ızgarasının çok daha lezzetli olması gibi....(Yeri gelmişken söyleyeyim hani klasik bir laf vardır ya "Ben kurban eti sevmiyorum" diye, işte bunun sebebi ilk defa dana yerine inek, kuzu yerine koyun eti yemenizdir, aklınızda olsun) Hatta hayvanseverler dört kolla sarılmıştır bu her duyduğumda utançtan yerin dibine girdiğim fikre. Bu tam olarak parazit uygarlığın devamlılığını düşünen bir zihniyettir, sarı kanat lüfer olmalıymış, yumurtasını bırakıp türünü devam ettirmeliymiş!! Lüfere ne bundan! Bu hassasiyetimizin sebebi, onun soyunun devam etmesini istememiz, gerçekten de sonsuz yaşama giden bir varoluş olmasına çaba sarfetmek mi? Eş tözlü balık kardeşimizin yaşamını çok mu düşünüyoruz? Dürüst olalım!! Biz uzun yıllar daha Lüfer yemek istiyoruz hepsi bu, eğer üremelerine izin vermezsek maazallah günün birinde lüferin o mis gibi ızgarasından (ki fırında da çok güzel olur) maruz  kalırız.. Sadece daha fazla parazit yaşamımızı devam ettirebilmek için diğer organizmayı yoketmemek gerektiğinin bu kadar açık ve arsızca anlatımı olabilir mi ? İşte bizler diğer canlılar için, boklarında besledikleri bir bağırsak kurdundan farklı değiliz artık, o muhteşem aklımızsa, bok içinde yaşadığımızı görmemek için çırpınmaya devam ediyor. Sanırım bu doğrultudan bakıldığında diğer insanları sadece bir fayda nesnesi olarak görüyor olmam daha net anlaşılabilir................

25 Haziran 2014 Çarşamba

Sen benimsin.....



“Sen benimsin” demek, bir anlamda “ben sana aitim” demektir der, baştan çıkarıcının günlüğünde genç ve büyük düşünür Kirkor usta (Soren Kierkegaard). Çok basit ve hiç bir şekilde kırılamaz bir matematik vardır bu düşüncenin ardında. Denklemi basitçe kurmuştur Kirkor ve kurulan denklemlerin içerisine girip o denklemi içinden çıkılmaz hale getiren bir irrasyonel sayının yokluğu, henüz erdem değildi o zamanlar...
Sen benimsin denklemini biraz açtığımızda “Senin bana ait olduğunu düşünüyorum ve bunu dile getirerek bana ait olmanı sürdürmeni istiyorum,  bana ait olmanı sürdürmeni istemesem benim olduğunu farketmezdim bile, sen benim istencimle paralel olarak benimsin” şeklinde bir yere çok basitçe varırız.. Denklem biraz daha anlaşılır olmaya başlıyor, bir kişinin ya da nesnenin bizim olması durumu bizim istencimizle ilişkilendirmeye başlıyoruz, “Ben” ya da Yunanlılar’ın deyimiyle “ego” (έγώ) devreye giriyor.
Sen benimsin demek, “sen benimdin” den çok farklıdır, benim olma durumun geniş zamana yayılıyor, şu an benimsin, geçmişte bir zamandan beri benimdin,  belirli bir gelecekte de benim olacaksın. Bu eylemlerdeki zamanların sözdeki ifadesinde Yunanlılar çok güzel örnekler verirler... Mesela “bilmek”  fiili geniş zamanda kullanılmaz orda , bilirim denmez ya da biliyorum, bunun yerine öğreniyorum kullanılır.. Çünkü bilgi ancak geçmiş zamanda elde edilebilen bir şeydir, geniş zamana veya şimdiki zamana yayılamaz, henüz oluşmamış bir şeyin sahibinin de olunamayacağını çok iyi biliyordu onlar... Ancak bizler “Sen benimsin” kelimesini geniş zamanda kullanıyoruz, yani bir şeye sahip olmanın yanı sıra o şeye sahip olmanın süreceğini de önceden belirtiyoruz, yani sürdürme talebimizi.
Bir durum ansızın kendiliğinden (yani tabiatın kurduğu ~sonsuz derecede denklemin bir araya gelmesiyle tamamen bizim istencimiz dışında) gerçekleşebilir. Yani bir kişi bir anda, bulunduğumuz anda, bize ait olabilir, bunda büyük payımız da olabilir, neredeyse hiç payımız olmaya da bilir. Ancak sen benimsin dediğimiz andan itibaren geleceği de içine katan bir zaman diliminde karşımızdakinin bizim olmasını diliyor oluruz ve bu devamlılığı sağlamak ancak ve ancak bizim irade göstermemiz durumunda olacaktır.
Sen benimsin dediğimiz andan itibaren, bu bize aitliği sürdürebilmek için, çaba sarfetmeye başlarız ve işte ustanın bahsettiği sihirli aldatmaca gerçekleşmeye başlar, artık biz o kişinin bizim olması için (bu konu ekseninde) varlığımızı devam ettiririz,  yani aslında biz ona ait olmuşuzdur bir yerde.
Fight Club Filminde (Ben kitabını okumadım filmini seyrettim) sahip olduğunuz eşyalar aslında size sahip oluyorlar, diyerek aslında sert bir selam çakmıştı Kirkor ustaya.. Elbetteki mevzu nesnelere sahip olmaya gelince idrakı daha bir kolaylaşır, çünkü  eşyadan vazgeçebilmek düşüncesi biraz daha kolay kabullenilebilir.. Örneğin sahip olduğumuz ev, ona sahip olmamızdan ve sahipliğimizin devamına duyduğumuz istenç yüzünden bütün hayatımızı eline geçirebilir. Ya da zenginlik, mal mülk, hep sahip olduğumuzu düşündüğümüz şeylerdir, oysaki yokluğunda varoluşumuzu sürdüremeyeceğimiz şeyler haline geldiklerinde aslında istencimizi ellerine geçirmiş olurlar ve bize ait olmaktan öte bize sahip olurlar.
Sonuçta Sen benimsin demek, senin benim olma durumuna karşı göstermiş olduğum istencin ifadesidir. Ve istençlerin üzerimizdeki hakimiyeti hiç hafife alınmadığında “Sen benimsin demek, bir anlamda değil bütünüyle ben sana aitim demektir” sonucu çıkar. 

Şunu bilmelisin ki, ben sana “sen benimsin” dediğimde aslında bütün varlığımla “ben sana aitim” demek istiyorumdur......

12 Haziran 2014 Perşembe

EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR



Türkiye Cumhuriyeti’nin ve diğer ulus devletlerin temelini çok büyük bir hile oluşturur. Ancak bir tek bizim ülkemizde, bu hile,  en duru biçimiyle kurucu meclis tarafından, korkulacak kadar büyük bir dürüstlükle ifade edilmiştir. “EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR” işte budur biz özgür ruhlara cehennem azabını yaşatan fikir. Ne demek ister bu noktada egemen bu sözle?
Aslında bunu anlayabilmek için, daha doğrusu derinliğiyle ve bu söylevin bütün amacını zihnimize deşifre edecek şekilde okuyabilmek için, Hobbes’un Leviathan kitabını layıkıyla incelemek gerekiyor. Bu kitabı burada yorumlamaya kalkmak, hele hele ulus devlet modeliyle günümüze yaptığı etkileri serimlemek en az 3 Leviathan yazmaktan uzun sürer. Sadece bu kitabın temel mottosunun, “güçlü devlet olgusu, insanların genel barışı için şarttır ve güçlü devletin başında güçlü bir egemen ideası zorunluluktur” olduğunu söylesek yeridir.
Gelelim canım güzel ülkeme ve onun kurucularına. Öncelik ülkemin güzel kurucularının (ki ben bu noktada iyi niyetlerinden kısmen şüphe duymuyorum), türlerinin devamı için, diktatör bir devletin tek seçenek olduğu savını öne süren Hobbes’tan ne kadar etkilendiklerini görmeliyiz.  Leviathan’da, güçlü devletlerin barışı getirmek için şart olduğu ve dünya barışının da ancak güçlü devletlerin kendi aralarında yapacakları sözleşmelerde yattığı söylenir.(Foucault toplumu savunmak gerekir kitabında bunun tam tersini, güç eşitliğinin savaşın tek nedeni olduğunu çok güzel açıklar) Zaten Hobbes  bu savını “Yurtta sulh cihanda sulh” cümlesiyle belirtmiştir ki eminim bu cümle hepinize çok tanıdık gelmiştir. Ayrıca Hobbes yine bireylerin mülklerinin, onların mutluluk kaynağı olabileceğini ve yine mülklerinin güvencesinin, adaleti sağlayacak güçlü bir devlet olduğunu olumlar. Bunu da “adalet mülkün temelidir” e götürür… bu da tanıdık gelmiş olmalı.
Ancak Hobbes en büyük özgürlük düşmanlığını, egemenlik kavramında yapar. Egemenlik kayıtsız şartsız bir kişide olmalıdır der ve o zaman için (Aydınlanma öncesi, Rönesans sonrası dönem) 3 şekilde bunun mümkün olduğunu söyler. Onun tercihi olan mutlak monarşi, sonra aristokrasi ve en nihayetinde de demokrasidir bu 3 yönetim biçimi. Bizler demokrasi altında yaşayan ve egemenliğimizi kayıtsız şartsız millete teslim edenler işte bu hilede aramalıyız  , her sabah kalktığımızda içimizi, ruhumuzu ezen tutsaklık hissini.

Kestirmeden söylemek gerekirse, EGEMENLİK (yani mutlak iktidar) kayıtsız şartsız (hiçbir şekilde itiraza mahal vermeyecek şekilde) milletin (kesinlikle bireyin değil, çoğunluğun) seçtiği kişidedir. Yani Millet sadece kendisindeki egemenliği, bir şahsa ya da kuruma teslim etmekle görevlidir. Bunun mutlak monarşiden tek farkı, kralın dönem dönem seçimle başa gelmesidir ki zaten aslında seçenekler arasından yapılan seçimler, seçenekleri siz belirlemediğiniz sürece seçim değil kaderdir.
Şimdi daha anlaşılır okunmalıdır, meclisimizin ve demokrasimizin özünü….
Bu noktadan sonrası sizin, efendinizle olan aşkınıza kalıyor….