25 Haziran 2014 Çarşamba

Sen benimsin.....



“Sen benimsin” demek, bir anlamda “ben sana aitim” demektir der, baştan çıkarıcının günlüğünde genç ve büyük düşünür Kirkor usta (Soren Kierkegaard). Çok basit ve hiç bir şekilde kırılamaz bir matematik vardır bu düşüncenin ardında. Denklemi basitçe kurmuştur Kirkor ve kurulan denklemlerin içerisine girip o denklemi içinden çıkılmaz hale getiren bir irrasyonel sayının yokluğu, henüz erdem değildi o zamanlar...
Sen benimsin denklemini biraz açtığımızda “Senin bana ait olduğunu düşünüyorum ve bunu dile getirerek bana ait olmanı sürdürmeni istiyorum,  bana ait olmanı sürdürmeni istemesem benim olduğunu farketmezdim bile, sen benim istencimle paralel olarak benimsin” şeklinde bir yere çok basitçe varırız.. Denklem biraz daha anlaşılır olmaya başlıyor, bir kişinin ya da nesnenin bizim olması durumu bizim istencimizle ilişkilendirmeye başlıyoruz, “Ben” ya da Yunanlılar’ın deyimiyle “ego” (έγώ) devreye giriyor.
Sen benimsin demek, “sen benimdin” den çok farklıdır, benim olma durumun geniş zamana yayılıyor, şu an benimsin, geçmişte bir zamandan beri benimdin,  belirli bir gelecekte de benim olacaksın. Bu eylemlerdeki zamanların sözdeki ifadesinde Yunanlılar çok güzel örnekler verirler... Mesela “bilmek”  fiili geniş zamanda kullanılmaz orda , bilirim denmez ya da biliyorum, bunun yerine öğreniyorum kullanılır.. Çünkü bilgi ancak geçmiş zamanda elde edilebilen bir şeydir, geniş zamana veya şimdiki zamana yayılamaz, henüz oluşmamış bir şeyin sahibinin de olunamayacağını çok iyi biliyordu onlar... Ancak bizler “Sen benimsin” kelimesini geniş zamanda kullanıyoruz, yani bir şeye sahip olmanın yanı sıra o şeye sahip olmanın süreceğini de önceden belirtiyoruz, yani sürdürme talebimizi.
Bir durum ansızın kendiliğinden (yani tabiatın kurduğu ~sonsuz derecede denklemin bir araya gelmesiyle tamamen bizim istencimiz dışında) gerçekleşebilir. Yani bir kişi bir anda, bulunduğumuz anda, bize ait olabilir, bunda büyük payımız da olabilir, neredeyse hiç payımız olmaya da bilir. Ancak sen benimsin dediğimiz andan itibaren geleceği de içine katan bir zaman diliminde karşımızdakinin bizim olmasını diliyor oluruz ve bu devamlılığı sağlamak ancak ve ancak bizim irade göstermemiz durumunda olacaktır.
Sen benimsin dediğimiz andan itibaren, bu bize aitliği sürdürebilmek için, çaba sarfetmeye başlarız ve işte ustanın bahsettiği sihirli aldatmaca gerçekleşmeye başlar, artık biz o kişinin bizim olması için (bu konu ekseninde) varlığımızı devam ettiririz,  yani aslında biz ona ait olmuşuzdur bir yerde.
Fight Club Filminde (Ben kitabını okumadım filmini seyrettim) sahip olduğunuz eşyalar aslında size sahip oluyorlar, diyerek aslında sert bir selam çakmıştı Kirkor ustaya.. Elbetteki mevzu nesnelere sahip olmaya gelince idrakı daha bir kolaylaşır, çünkü  eşyadan vazgeçebilmek düşüncesi biraz daha kolay kabullenilebilir.. Örneğin sahip olduğumuz ev, ona sahip olmamızdan ve sahipliğimizin devamına duyduğumuz istenç yüzünden bütün hayatımızı eline geçirebilir. Ya da zenginlik, mal mülk, hep sahip olduğumuzu düşündüğümüz şeylerdir, oysaki yokluğunda varoluşumuzu sürdüremeyeceğimiz şeyler haline geldiklerinde aslında istencimizi ellerine geçirmiş olurlar ve bize ait olmaktan öte bize sahip olurlar.
Sonuçta Sen benimsin demek, senin benim olma durumuna karşı göstermiş olduğum istencin ifadesidir. Ve istençlerin üzerimizdeki hakimiyeti hiç hafife alınmadığında “Sen benimsin demek, bir anlamda değil bütünüyle ben sana aitim demektir” sonucu çıkar. 

Şunu bilmelisin ki, ben sana “sen benimsin” dediğimde aslında bütün varlığımla “ben sana aitim” demek istiyorumdur......

12 Haziran 2014 Perşembe

EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR



Türkiye Cumhuriyeti’nin ve diğer ulus devletlerin temelini çok büyük bir hile oluşturur. Ancak bir tek bizim ülkemizde, bu hile,  en duru biçimiyle kurucu meclis tarafından, korkulacak kadar büyük bir dürüstlükle ifade edilmiştir. “EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR” işte budur biz özgür ruhlara cehennem azabını yaşatan fikir. Ne demek ister bu noktada egemen bu sözle?
Aslında bunu anlayabilmek için, daha doğrusu derinliğiyle ve bu söylevin bütün amacını zihnimize deşifre edecek şekilde okuyabilmek için, Hobbes’un Leviathan kitabını layıkıyla incelemek gerekiyor. Bu kitabı burada yorumlamaya kalkmak, hele hele ulus devlet modeliyle günümüze yaptığı etkileri serimlemek en az 3 Leviathan yazmaktan uzun sürer. Sadece bu kitabın temel mottosunun, “güçlü devlet olgusu, insanların genel barışı için şarttır ve güçlü devletin başında güçlü bir egemen ideası zorunluluktur” olduğunu söylesek yeridir.
Gelelim canım güzel ülkeme ve onun kurucularına. Öncelik ülkemin güzel kurucularının (ki ben bu noktada iyi niyetlerinden kısmen şüphe duymuyorum), türlerinin devamı için, diktatör bir devletin tek seçenek olduğu savını öne süren Hobbes’tan ne kadar etkilendiklerini görmeliyiz.  Leviathan’da, güçlü devletlerin barışı getirmek için şart olduğu ve dünya barışının da ancak güçlü devletlerin kendi aralarında yapacakları sözleşmelerde yattığı söylenir.(Foucault toplumu savunmak gerekir kitabında bunun tam tersini, güç eşitliğinin savaşın tek nedeni olduğunu çok güzel açıklar) Zaten Hobbes  bu savını “Yurtta sulh cihanda sulh” cümlesiyle belirtmiştir ki eminim bu cümle hepinize çok tanıdık gelmiştir. Ayrıca Hobbes yine bireylerin mülklerinin, onların mutluluk kaynağı olabileceğini ve yine mülklerinin güvencesinin, adaleti sağlayacak güçlü bir devlet olduğunu olumlar. Bunu da “adalet mülkün temelidir” e götürür… bu da tanıdık gelmiş olmalı.
Ancak Hobbes en büyük özgürlük düşmanlığını, egemenlik kavramında yapar. Egemenlik kayıtsız şartsız bir kişide olmalıdır der ve o zaman için (Aydınlanma öncesi, Rönesans sonrası dönem) 3 şekilde bunun mümkün olduğunu söyler. Onun tercihi olan mutlak monarşi, sonra aristokrasi ve en nihayetinde de demokrasidir bu 3 yönetim biçimi. Bizler demokrasi altında yaşayan ve egemenliğimizi kayıtsız şartsız millete teslim edenler işte bu hilede aramalıyız  , her sabah kalktığımızda içimizi, ruhumuzu ezen tutsaklık hissini.

Kestirmeden söylemek gerekirse, EGEMENLİK (yani mutlak iktidar) kayıtsız şartsız (hiçbir şekilde itiraza mahal vermeyecek şekilde) milletin (kesinlikle bireyin değil, çoğunluğun) seçtiği kişidedir. Yani Millet sadece kendisindeki egemenliği, bir şahsa ya da kuruma teslim etmekle görevlidir. Bunun mutlak monarşiden tek farkı, kralın dönem dönem seçimle başa gelmesidir ki zaten aslında seçenekler arasından yapılan seçimler, seçenekleri siz belirlemediğiniz sürece seçim değil kaderdir.
Şimdi daha anlaşılır okunmalıdır, meclisimizin ve demokrasimizin özünü….
Bu noktadan sonrası sizin, efendinizle olan aşkınıza kalıyor….

10 Haziran 2014 Salı

İyi ve Kötü



Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü kitabında  muhteşem bir “iyi insan, kötü insan tanımı” çıktı karşıma. Açıkçası tanım toplamda 2-3 sayfada ancak şeklini buluyor ama kendi cümlelerimle özetlemem gerekirse:

“Kötü insan kendisinin iyi olduğunu düşünmek için bir kötüye ihtiyaç duyan insandır, yani ancak kendince kötünün karşıtı olması ve düşmanını kötülemesi durumunda kendinin iyi olduğunu olumlayandır. İyi insan kendinden iyi olandır, kötüyü ancak kendinden yola çıkarak bulandır. Önce kendinsin iyi olduğunu düşünüp, düşmanında kendisindeki iyiliği bulmaya çalışan, bulamadığı yere kötü diyen,  yani iyi olduğunu olumlamak için kötüye ihtiyaç duymayandır”

Varoluşumuz bazen iyi bazen kötüdür, çünkü süreklilik halindedir ve saf iyi ancak Mükemmelde olabilir, yani olamaz. Ama ruhumuzun iyi yönlerini geliştirmek, kendinde iyiye yaklaşmak her daim mümkündür. Örneğin bir insanı, sırf kötüleyip kendinize iyilik çıkartmaya, kendi iyiliğinizi, hem kendinize  hem de çevreye olumlamaya çalıştığınız anlarda, karşınızdaki insanın bununla bir ilgisi yoksa bilin ki aslında kötü olan sizsiniz ve aslında iyi olan karşınızdaki. Bu bilgi sizi iyiliğe götürebilir, özgürleştirebilir. Bu yüzden değil midir hangi ideolojiden, hangi dinden olursa olsun bir insan dedikodu yapıp sürekli birilerini kötülüyorsa tüm kalbimizle o insanın aslında kötü olduğunu duyumsamamız ve çevresiyle ilgilenmeyip sadece kendisinden perspektifle hayata bakan insanları her daim iyi olarak bilmemiz… 

Bir siyasal parti ve o siyasal partiye gönül verenler, karşıt olduğu ideolojiyi kötüleyip kendilerini iyi mi gösteriyorlar, yoksa size kendi perspektiflerini karşıta ihtiyaç duymadan mı anlatıyorlar bir gözlemleyin,  işte neyin iyi olup neyin kötü olduğuna kendiniz karar verin. Bir kez olsun bir dindar (ülkemizde) yaptığınız eleştiriye “ama CeHaPe “ demeden, bir faşist “ama Kürtler” demeden cevap verirse bilin ki o, o eleştirdiğiniz konuda iyi bir insandır, ama iyi olduğunu belirtmek için kendisine bir kötü yaratıp karşıtı olmaya çalışıyorsa bilin ki kötüdür, gerçek kötüdür.

2 Haziran 2014 Pazartesi

Goethe'nin gözüyle daymonikler



Öncelikle Daymonik (demonik) için bir kaç söz söyleyip, sonrasında Von Goethe’nin 18.yy da yaptığı bir tanımı yazmak, sanırım bugün yaşadıklarımıza biraz ışık tutacaktır.
Daymonik ruh hastalarına, içlerine cin ya da şeydan kaçtığı düşünüldüğünden eski çağlarda verilen isimdir. Ortaçağın henüz başında Platon Daymonikler için “Dünyanın geleceğini elinde bulunduran insanlar” tanımını yapar. Daymonikler eğer yeteri kadar içgörü ve zekaya sahipse ruhlarındaki bu çalkantıları çoklukla avantaja çevirebilirler. Ancak zekadan ve özellikle içgörüden uzak daymonikler için bu durum geçerliliğini korumaktan yoksundur.

Ayrıca Ortaçağda cadı diye yakılan daymonikler, günümüzde akıl hastanelerine kapatılmakta, türlü kimyasallarla kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır. İşte delilikle dahilik arasındaki ayrımın inceliği tarih boyunca insanların elini kolunu bağlamıştır.

Goethe daymonik devlet yöneticeleri için “Yaşamımdan Şiir ve Hakikat” kitabının 813. Sayfasında (İş bankası yayınları) müthiş bir yorumda bulunuyor....

......” Bu daymonik olgu, maddi manevi herşeyde kendisini göstermesine rağmen, hatta en dikkat çekici bir şekilde hayvanlarda ifadesini bulur, insanda çok harika bir bağıntı içinde mükemmelen mevcuttur, etik bir dünya düzeni kurar, bu düzen de zıtlık oluşturmadan birinin atkı, birinin çözgü olarak düşünülebileceği çapraz güçler vardır.
Herhangi bir insanda ağırlıklı olarak ortaya çıkarsa, bu daymonik olgu çok verimli olur. Yaşamım boyunca kah yakında kah uzakta birçoğunu gözlemleme olanağına sahip oldum. Zeka ve yetenekten yoksundurlar, nadiren iyi kalpli oldukları görülür, her zaman çok mükemmel insanlar değillerdir;  ama içten gelen müthiş bir güce sahiptirler, tüm yaratıklar üzerinde inanılmaz bir şiddet kullanırlar, hatta elementler üzerinde de, böyle bir etkinin nereye kadar uzanabileceğini kim bilebilir ? Birlik oluşturan tüm etik güçler onlara karşı hiçbir şey yapamaz; insanların iyi olanları onlar aldatılmışlar ya da aldatanlar diye kuşkulu hale getirse de, kitleyi kendine çeken onlardır. Aynı dönemde yaşayanlar nadiren karşılaşırlar ya da karşılaşmazlar, mücadeleye giriştikleri evrenden başka hiçbirşeyler alt edilemezler;  benzer saptamalardan şu ilginç ama müthiş söz çıkmış olmalı: Nemo contra deum nisi deus ipsi *
·         Tanrıdan başka hiçkimse tanrıya karşıt değildir