18 Mayıs 2017 Perşembe

Acılar karşılaştırılmaz...



Tahsin bir yandan bardakları değiştiriyor bir yandan da söyleniyordu.  “Artık bu bardakların içine sigara izmariti atmaktan vazgeçmemiz lazım” Ben her zaman ki gibi onun asabi ve keskin hareketlerini seyrediyordum. İkimiz de ev işlerinde çalışkan sayılırdık da aynı anda bir iş yapma konusundaki basiretsizliğimizden olsa gerek, herkes canının istediği anda, uygun gördüğü anda ortak işlere girişiyor ve diğerinin yardımını bırak talep etmeyi, kabul bile etmiyordu. Biz takım çalışmasına uygun insanlar olamadık sanki.
Onu seyrederken kendi yaşlılığımı görmüyor değildim. Bunun bana verdiği hissiyat nasıl denir, bir astroloğa gidip kötü kehanetler dinlemek gibi bir keyif olsa gerekti. İnsanoğlu ne garip, zihnimiz ne kadar da zamanın ruhuna ters çalışıyor. Geleceğin belirsizliğini, önceden bilinen en kötü olasılığa tercih edemeyiz bizler. Yeter ki bir şeyler net olsun, ölçümlenebilir, öngörülebilir olsun da varsın en kötü olasılık olsun.
Haklısın dercesine salladım başımı ve ekledim peşine “bir ara sigarayı bırakalım, burada çok pahalı gerçekten”

Dışarıda basık bir hava vardı. Yüksek basıncı duyardım hep ama ne olduğunu burada öğrendim. Yüksek basınç genelde sıcak bir havaymış meğer, sıcak ama basık bir hava. Gün boyunca böyle bir havya maruz kaldık. Hatta o günün sabahındaydı, buraların havasıyla ilgili ilginç bir diyalog geçmişti aramızda. Ben balkondan dışarıyı seyrediyor bir yandan da düşünüyordum. İçimde inanılmaz bir koşma isteği vardı, uzun zamandır koşulara çıkmadığım için olduğunu düşünmüştüm. Tahsin yanıma yaklaştı, “Ne yapıyorsun ufaklık, karşı evdeki doktor kadını mı seyrediyorsun yine” diye takıldı.

“İçimden koşmak geliyor abi, biliyorum hava çok sıcak ama hiç durmadan koşmak istiyorum” Galiba bu geceki içki masasının sebeplerinden biri de bu cümlem oldu, durun anlatayım.

Ben bu cümleyi kurup Tahsin’e döndüğümde yüzünde o kaygılı ifadeyi gördüm, kaşlarımı çatıp, kafamı kısa aralıklarla sağa sola titretmek yöntemiyle  “ne var neden öyle bakıyorsun bana altı üstü koşmak istiyorum” dedim. 

Meğer buralarda bir hastalık varmış, bir delirme anı. Avrupalılar oğlak dönencesi bölgesinde ilk kez yaşamaya başladığında rastlanmaya başlanmış buna. Ciğerler çatlayana, nabız 250 ‘lere vurana kadar koşma isteği. İlk kez bunu Zweig’ın kaleme aldığını anlattı.

“Ahmet, akşam rakıya mı otursak?” dedi,
“Olley!! süper fikir” diye cıvıdım hemen.

Akşamüstü başlayan yağmur yeni kesilmişti. Terasımızda nispeten serin sayılabilecek bir havada başlamıştık soframızın keyfine. Şişenin yarısı duruyordu ve ikimiz de bu şişenin ne kadar değerli olduğunu biliyorduk. Türkiye’den binlerce kilometre uzakta, hiçbir şekilde rakıya ulaşma şansımızın olmadığı bir hayat sürüyorduk uzun zamandır. Bin yılda bir misafir gelirse, yakın ülkeye bile olsa hani o geliş, ondan rakı istiyor ve sadece özel günlerde açıyorduk şişeleri. Son gelen misafir 2 tane büyük rakı getirmişti ve ikisini de aynı ay içinde içmiş olmanın rahatsızlık duygusu üzerimizdeydi.

Tahsin bardakları değiştirdi, öyle ya şimdi balık bitmiş sadece peynirle yuvarlanacaktı dubleler, yağlı bardak olmazdı.

Balık faslı bittikten sonra bardak değişmelidir, adap budur. Balıkları elle yiyorduk ve bardaklar dışarıdan gelen birinin midesini bulandıracak kadar yağlı ve çirkin oluyordu. Ben ekseri önce doyuyor ve bu sırada sadece bir duble içiyordum, sonrasında kendime mezelik biraz balık hazırlıyor, yani kılçıkları ayıklanmış ve çatalla yenilebilecek kıvama gelmiş parçaları tabağıma yerleştiriyor ve gidip ellerimi yıkıyordum. Sofranın ikinci faslı böyle başlıyordu benim için. E bu durumda da yağlı bardak nahoş bir durumdu tabi.

Tahsin temiz bardaklarla gelip, tekrar sofraya oturdu, müziği kapatıp telefonundan Ahmet Kaya açtı, “Hep sonradan”

Biraz durdu,  durdu, durdu ve durdu… geliyordu o an, gözleri kızarmaya ve sulanmaya başladı. İçimden “ben seni uyarmıştım” diye geçirdim ancak bunu dillendiremedim, öyle ya ne fark ederdi ki? Ben ona değil de, Tahsin bana “bu kızdan uzak dur bak sonra çok üzüleceksin” deseydi eğer, uzak mı duracaktım? Hem şimdi ben söylemiştim demek, Tahsin’in gözyaşlarına hakaret olmayacak mıydı? Kafamdan geçenlerden tiksindim, arkadaşım gerçekten acı çekiyordu, gerçek acıyı görüyordum gözlerinde ve benim odak noktam halen daha ona ne söyleyeceğimdi.

Şarkı bitti ve peşine kendine iyi bak çalmaya başladığında artık bağıra bağıra ağlamaya başlamıştı dostum. Onu ilk defa böyle görüyordum ve ne yapacağımı gerçekten bilemedim. İçimi dolduran kaygı sadece Tahsin’in mutsuzluğu değildi, bir yandan da komşuların rahatsız olup olmayacağını düşündüm, şimdi hiç gerek yoktu yarı İspanyolca, yarı İngilizce ama ekseri beden diliyle durumu anlatmak “Aman, neyse ne” dedim içinden. Sessiz ağla denmezdi ya adama.

 Söz sırası acılı adamdaydı. Tahsin şişmiş gözlerini bana dikti ve “sakın bana ben demiştim deme” diyebildi.

Beklediğim girişi aldım ve arkadaşımı teselli etmeye koyulmak için içten içe kımıldanmaya başladım. Eskilerde, hüzünlü bir adam karşısında tek derdim ne diyeceğim olurdu, zerre hissedememiştim bu güne kadar bu tip masalarda yaşanan acıları, sadece kendi görüşünü beyan etmek için kullanırdım dostlarımın acısını. Aslında çok da pis bir adam değildim ama işte maddenin tabiatında ne varsa benim de tabiatında onlar vardı. İlginçtir şimdi susuyordum. Bir erkek ağlayınca iş değişiyordu, erkekler ağlamazdı değil mi? Oysa ne çok ağlarlardı da gözyaşları içe akardı, erkekler ağlayamazdı ama yine de, erkek gider sorununu çözerdi, dert ki o acının bir çözümü olsun. Sonuçta biz 20 yy’ın evlatları bir yerde “aşkın metafiziğinin” yani Schopenheuer’in askerleriydik.

Yine de geri adım atmadım, çıkıştım.

“Ah be Tahsin, ah be abi, bu hikâyenin böyle biteceği o kadar belliydi ki, neden soktun kendini bu duruma? Aranızda 20 yaştan fazla var, kültür farkı, din ve dinsizlik farkı var. Nasıl göremezdin o genç kızın seninle sensiz yaşamı arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığında ağlayarak da olsa sensiz bir yaşamı seçeceğini? Kim seni seçebilir ki oğlum bu dünyada, kimde var o göt? Hem de o küçük dünyasını karşısına alıp sadece seni?“

Hiçbir anlamı yoktu söylediklerimin. Ne yani, senin hatan mı diyordum adama şimdi? Adam tutup bana, “ah be ahmet o kadar belliydi ki bir gün öleceğin, doğduğun günden beri bedenin çürüyen bir organizma olarak dünyaya fırlatılıyor, bedenin bir gün ruhun ve ölüm arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa ölümü seçecek, kadim zamandan beri böyle olmuş, neden yaşadın ki sanki ölmeyecekmiş gibi “ dese, benim ona söylediklerim kadar manalı olurdu.

“Görmedim değil Ahmet, görmedim değil, inanmadım, inanamadım sadece. İnsan gördüğü şeye değil istediği şeye inanır ya işte ben de öyle yaptım. Bir de ben bu kadar acıyacağını hiç bilemedim ki, daha önce bu acıyı deneyimlemedim olum biliyorsun?”

Müzik karışık çalmaya başlamıştı artık ve kimse kontrol etmiyordu. Ruhi Su’dan Mahsus Mahal’deydi şimdi kulağım. Acaba arada başka bir şey çalmış mıydı? Ne kadar zaman geçmişti? Türküye verdim tekrar kulağımı. Bu türkü değil miydi İbrahim Kaypakkaya’nın Diyarbakır zindanlarında söylediği türkü? Hani her gün türlü işkenceler gören, önce parmaklarını sonra ellerini ve ayaklarını bileklerinden kestikleri işkenceler. 4 ay süren ve sonunda ölüme giden o yaşam…

Tahsin bir anda eşlik edince “Derdin ucu derindedir” diye, hem de o acılı yüz ifadesiyle, tutamadım kendimi bağırmaya başladım. “Sen ne saçmalıyorsun Tahsin! Hangi derdin ucu derinde, aşk acının mı? Hem de bu Türküde! Sen türküde adı geçen Farz-u Mahal misin sevdiği uğruna bir kayanın altında ezilip ölen yoksa İbrahim misin zindanlarda kesilen parmakların sızlarken bu türküyü mırıldanan? Nedir Tahsin? Acın nedir ha senin? Sevdiğin kızın ailesi sizin birlikte olmanızı istemedi hem de kızlarını düşündükleri için, sen ona bakamazsın diye çektiler restlerini. Kızcağız da şu an debeleniyor sana gelmenin bir yolunu bulabilmek için, hem de senin gibi babası yaşında koca bir kaybedene gelmek için! Başladığı hiçbir işi bitirmeyen, muhtemelen o kızcağızı da üç beş gün sonra yarı yolda bırakacak senin için.”

İçkinin de etkisiyledi, hiç gerek yoktu bu çıkışa, kalbini kırdığımı fark ettim ama geri de dönemedim. Acının karşılaştırması olmazdı elbet, her acı düştüğü yeri yakıyorsa gerisi önemli değildi, acıydı işte. Ama insan karşılaştırmadan da edemiyordu hani. Nedir yani hangi derdin ucu derinde değildir ki?

Şimdi Tahsin’in sesi kesilmişti. Sessiz sessiz ağlamaya devam ediyordu bir köşede. İnsanın içini burkan bir hal almıştı durum, hem acı çekiyor hem çektiği acıya kendisi bile acıyordu. Çektiği acıdan utandırmıştım onu, bravo bana.

“Haklısın” dedi kısık bir sesle. “Haklısın Ahmet canımın yanmaması lazım da yanıyor işte.”

“Öyle demek istemedim” dedim. Ve ekledim “Elbet yanıyor canın, sadece geçecek, ucu derinde ama yine de geçecek, sadece biraz çaba be Tahsin, ağlamak yerine çaba sarf etsen?”

Tahsin şimdi biraz kendine gelmişti, gözyaşı dökmek galiba içeride kalan acıyı sıvı olarak vücuttan atmak gibi bir şeydi. Acıyı sıçmak ve rahatlamak belki de. Daha duru bir ses tonuyla devam etti “Söylediklerin bana iki yıl önce İstanbul’da içki ısmarladığımız adamı hatırlattı, hani yarım yamalak Türkçe bilen şu Suriyeli doktor, hatırladın mı ?”

Şimdi sohbet zamanıydı, en azından bu gece acısından uzaklaşmaya başlamıştı, yine de bir şeydi bu.

 “Nasıl hatırlamam” dedim.” İçince ağzı burnuna kayan adam, sonrasında hikâyesini anlattığında bütün gecemizin içine sıçtı diye kızmıştık arkasından“

Tahsin : “Evet, kızmıştık. Önce ona acıyarak soframıza oturttuk, sonra bize hayatımızda duyabileceğimiz en acı hikâyeyi anlattı diye ona öfkelendik, iyi hatırladım şimdi” dedi.
Rakımdan küçük bir yudum aldım,  bu duble biraz ayarsız olmuştu ,alkolün verdiği tattan yüzümü buruşturup devam ettim.

 “Çok mu sarhoştuk biz o gün? Nasıl öfkelenebildik adama çok içip sapıttı diye? Neyse evet hatırladım. Önce iki çocuğunu kaybetmişti savaşta, sonra da karısı intihar etmişti, Türkiye’de tecavüze uğradı için. Şimdilerde de Beyoğlu’nda sokaklarda yatıyordu”

Tahsin bir an durdu, aklına birden gelivermiş gibi ekledi :” Unutmadan bir de savaştan önce uzman doktormuş”

Nereye varmıştık şimdi? Anladım ve sordum: “Yani Tahsin, o adam da aşk acısı mı çekiyordu?”

Başkalarının acılarını neden paylaşırız adlı bir kompozisyon yazmak isteseydim eğer, ilk sıraya “o an orada bulunduğumuz için hepsi bu” sebebini eklerdim ama hemen peşi sıra da “daha sonra o acıya bakıp kendimizi iyi hissetmek için” maddesini yazardım. Şimdi o zavallı Suriyeli’nin acısını bu masada kendimizi iyi hissetmek için kullanmıştık, bizim açımızdan bakıldığında, iyi ki de çekmişti o acıları yoksa ne yapardık şimdi.

Tahsin : ”Hayır, haklısın sanki. Bu insanların çektiği acı karşısında benimki nedir ki? Altı üstü işsiz güçsüzüm diye sevdiğim kadın benden gitti, giderken de ağlıyordu seni seviyorum diye. Ağlamasaydı keşke Ahmet, o zaman belki dayanabilirdim, ağlıyordu”

Ben pası almıştım bir kez, bu gece daha fazla hüzne, bizim hüznümüze yer yoktu:

“Peki ya o Suriye’li doktor? Onun acı çekmeye hakkı var mıydı? Onun acı çekmeye hakkı vardı da neden tahammül edemedik bir an bile onu dinlemeye? Arkasında bir kez bile aramadık sormadık nasıl oldun diye? Kimin acı çekmeye hakkı olup olmamasından bize ne? Senin yoksa eğer, ne diyelim varsın olmasın hem ne çıkar, acın azalıyor mu?”

Tahsin esnedi: “Haklısın ne çıkar? Neyse, yarın uzun bir gün olacak. Şimdi yatmalıyım ben, uzun zamandır bu şekilde uykum gelmemişti kaçırmayayım” dedi ve ekledi “Ufaklık masayı… neyse siktir et“

Kalan rakıya söyle bir baktım, yüzüm gülümsedi, sonra hemen toparladım. Ayıp mıydı, rakı biraz kaldı diye gülümsemem acaba? 


“Ortalığı ben toplarım, hadi sen git yat, aklından da çıkartma, istersen her şey yoluna girecek”

7 Mayıs 2017 Pazar

İçimizdeki o muazzam his: Anksiyete


Kelimelerle anlatılamayan şeyler var elbet ama yazarken elimizde kelimelerden başka da araç yok ne yazık ki. Hatta daha vahimi, kelimeleri referans alarak düşünmeye başladığımız çağlardan beri sadece karşımızdaki kişiye değil, aklımızdan geçenleri kendimize ifade etmekte de yegâne aracımız oluvermişler. O zaman o araçlara doğru anlamlarını teslim etmeye çalışmakla başlamalı işe. Ne de olsa başlangıçta söz vardı ve söz tanrıydı.

Pek muhterem çevirmen bir arkadaşım söylemişti, eş anlamlı kelime yoktur diye, çünkü eş anlamlı olacak olsalarmış birinden biri zaten kullanılmazmış, biri yetmemiş ki diğeri girmiş dile. Her daim birbirlerinden farklılıkları mevcutmuş ve tam da bu yüzden çeviride buna çok dikkat edilmeliymiş. Hele nesneleri değil de hissiyatları anlatmak için kullandığımız kelimelerde bu durum daha elzem bir hal alıyor zannımca. Bir de, birbirine eş hissiyatın da olmadığını düşünürsek…

Aslında bakarsanız aynı kelime aynı kişi tarafından bile hiçbir zaman aynı anlamda kullanılmaz bunun bilincini de taşıyorum elbet de ve yine pek tabi Herakleitos’un o ırmağında nelerin döndüğünden haberdarım. Az girip boy vermedim o güzel ırmakta, az yıkanmadım. Benim burada kastettiğim biraz daha basit düzlemde eş anlamlı kelime olamayacağıydı. Lafı evirip çevirmeden söyleyeyim, umut ile beklenti kelimelerinden bahsediyorum. Yani umut ile beklenti hissinden, hani birbirinin yerine kullanılan ama aslında birinin bittiği yerde diğerinin başladığına inandığım ve belki de sonuçları açısından var olabilecek en zıt anlamlı iki hissin birbirine karıştırılmasından bahsediyorum.

Biraz sabır sevgili okur. Birazdan size anlatacağım gibi, bence yaşamlarımızın pınarı olduğuna inandığım bu kavramları uzun uzun anlatmam gerekiyor ve bu anlatım sırasında çok kritik bir hissiyata karşılık gelen bir kelimeye daha ihtiyacım var, başlıktaki kelimeye, anksiyeteye.

Anksiyete, yani kaygı,  birçok düşünüre göre gelişimimizin olmazsa olmaz yapı taşıdır. Şöyle ki, bugün psikiyatri servislerinde üç kuruşluk ilaçlarla tedavi edilmeye (kontrol altına alınmaya) çalışılan bu hissiyat olmasaydı insanlık gelişmezdi. Ha gelişti de başı göğe mi erdi insanlığın, vallahi o kısmını ben de bilmiyorum ama işte gelişemezdi. Geçelim insanlığı, kendimize bakalım. Bizi her daim harekete geçiren şey içimizdeki kaygı olmamış mıdır? Kendinize sorun bunu, ne yazık ki nasıl bir doğruluk payı olduğunu göreceksiniz. Mesela alanlara neden çıkarsınız? Polisten o misk kokulu geniz açıcı hava değişimini neden yersiniz? Bir şeylerden duyduğunuz kaygı olmasaydı hiç yapar mıydınız bunu? Sevgilinizle kavga ettiğinizde neden örneğin çiçek alırsınız? Hakikaten kuzum neden yaparsınız bunu? Kavga etmeden alsanız da hiç kavga olmasa? Olmaz işte, öyle işlemiyor işler değil mi? Müşterinin sizden istediği projeyi yetiştirmek için neden çaba sarf edersiniz? Neden ders çalışırsınız? En küçük ediminizi düşünün neden yaparsınız? İçinizdeki kaygı hissiyatı olmadığında hareket eder misiniz? İşte anksiyete tüm hareketlerinizin temel nedeni sanki ve o çok bilmiş düşünürler yine haklılar. E adı üstünde düşünür, hiç düşünenle düşünmeyenin söyledikleri bir olur mu?

Varoluşumuz çok acımasızdır sevgili okur, eğer onun senden istediği bir şey varsa bunu alır her daim. Senden hareket etmeni isterse içine öyle bir hissiyat verir ki sırf o hissiyattan kurtulmak için onun istediği şekilde davranırsın. İşte o hissiyattır anksiyete. Senin içinden yok olup gitsin diye elinden neredeyse ne geliyorsa yapmana sebep olan hissiyat.

Varoluş demişken, bu konuda sözlerini asla kulak ardı edemeyeceğimiz Heidegger’e dokunmadan edemeyeceğim. Biliyorum çok sıkıcı bir nokta, ismi bile ürkütüyor insanı ama durun bu yazıda terminoloji olmayacak, zor kavramları da anlatmayacağım sadece kaygı ve beklentiyle ilgili kısımda kendimce bu şarklı düşünürün ne anlatmak istediğini sizlere aktaracağım. Bir iki cümlecik belki bir paragraf söz. Hem bir noktada beklenti, umut kelimelerini birbirinden ayırmak istiyordum ya işte hah o nokta tam da bu nokta.

Heidegger varoluşu anlatırken orada olmak kavramını kullanıyor ya işte orası neresi? Gelecekte bir yer. Benim onun “varoluşun”undan anladığım şudur: İnsan geleceğe, kısacık bir zaman sonra ya da daha uzun ya da upuzun zaman sonraya, yani şu andan sonrada belli bir yere hayali bir kendi koyar. Ben x zaman sonra şu durumda olacağım diyerek kendisini beklentiye sokar. Sonra bu beklediği kendisine yaklaşmaya çalışır ve bu bilinç açık olduğu sürece sonsuz kez tekrarlanır. İşte gelecekte bir yerde koyduğumuz kendimize ulaşma çabasına da o yolculuğa da varoluş yani yaşam deriz. Bitti.

Demek o ki, bırakın dünyanın, sevgilimizin, müşterimizin, onun, bunun ve şuyun bizden beklentilerini karşılama çabasının bizi hareket ettirmesini, bizim kendi yaşamımız dediğimiz şey bile beklenti ve anksiyete temelinde yapılandırılmıştır.  Pis bir hissiyata sebep olur beklenti, acı vericidir ama olmazsa da olmazıdır yaşamın.

Gel gelelim umuda. Oysa umut bunun tam tersidir. Beklenti ne kadar batı ise umut o kadar doğudur, beklenti ne kadar bilimse, umut o kadar metafiziktir. Çünkü beklenti ne kadar “ben” ise umut o kadar “ben ve benim dışımdaki dünya”dır. Ve en önemlisi, beklenti ne kadar kaygı ise umut o kadar ferahlamadır.

Beklentilerimizi yönetmemiz gerekiyor sevgili okur, nihayetinde sıçmışım insanlığın gelişimine, banane buharlı makinenin icadından diyerek beklentilerimizi minimuma çekmeliyiz ki -en azından ben öyle yapmak isterdim- o pis anksiyete hissiyatını bir yerlere gömelim. Ve bunu başarırken de umut etmeyi öğrenmeliyiz. Bırakın her şeyin sizin kontrolünüzde olduğu yanılgısını, belki de milyon parametre birleşir ve sizin gelecekten istediğiniz şeyler yine gerçekleşir, hem de sizin tasarrufunuzun sonsuzun yanındaki bir doğal sayı kadar az olduğu bir şekilde. İşte bu umuttur sevgili okur, beklentinin bittiği yerde başlayan şey. Yarattığı hissiyat da tam tersidir, ruhunuzu kemiren anksiyatenin yok olması ve kocaman bir ferahlama hissiyatının yerleşmesidir kalplerinize.

8 Ocak 2017 Pazar

Mektuptan bir bölüm, Korku ve İyilik


Tüm bu varoluşa ters iş yaşamı, insanlığın bekasına düşman insan ilişkileri, iliklerimize kadar nüfus eden mutluluk gardiyanları ve bilumum defolarına rağmen neden halen daha bu yaşamlara, bu modern zevzekliğe tahammül ediyoruz? Tahammül etsek yine iyi, yeni gelin misali sarılıp bir türlü bırakmak istemiyoruz bu sentetik yaşamları?

Dün bir arkadaşımla oturmuş içeceklerimizi yudumluyorduk. Ben bir türlü zincirlerini kıramayan birinden dert yanıyordum. Bir türlü zincirlerini kıramayan birilerinden, üç beş kişiden, onlarcasından ya da milyonlardan değil, sadece birinden. Neden sadece bir kişi, çünkü yine kendi geleceğimin peşindeydim. Ah şu kahrolası ben yok mu ben. Neyse dağıtmadan devam edeyim. Arkadaşım bana kişilerin güçlerinin ne kadar da kişisel bir şey olduğunu,  yani kendi kapasitenle başkalarının davranışlarını yorumlayamazsın tümcesini o kadar güzel anlattı ki kendisine şu örneği verebildim: “Yani ben, daha İstanbul’un yedi tepesini gezmemiş birisini Everest’e tırmanmaya davet ediyorum ve safça bunu yapmasını dayatıyor, ötesi yapamadı diye ona öfkeleniyorum“
Sonra bana Marks’ın  (hani şu son algı bükücü iyi yürekli bay yanlışın) çok duygusal bir anında kadim dostu Engels’e kurduğu o meşhur kelamlarından birini söyledi. “hic rhodus hic salta” “işte Rodos atla” Aesop’tanmış deyiş  aslen, ben de bilmiyordum.

19 yy Fransız komününde işçi hareketleri tam da o muazzam zaferi kazanacakken bir anda yenilgiye uğrayınca kurmuş bu cümleyi sakallı büyüğüm. İşçiler, ezilenler bin yıllardır süregelen o kaderi tam da değiştirecekken işte o son adımı bir türlü atamadığı için kurulan bu cümle ışık tuttu düşüncelerime.
Vakti zamanında Atinalı bir atlet Rodos’a gidiyor.  Geldiğinde anlatıyor orada nasıl bir atlayış yaptığını, biri de çıkıp yere Rodos yazıyor. Sonra ekliyor “Αὐτοῦ γὰρ καὶ Ῥόδος καὶ πήδημα “Rodos oradaysa hadi atlayış burada”

İşçi sınıfı bin yıllardır ayaklarındaki zincirden yakınıp durdu ya işte tam da ayaklarındaki pranganın kilidi çözüldüğünde o zincirleri fırlatıp özgürlüğüne adım atacak o son atlayışı yapamadı, neden? Ve Marks’ın bile uykularını kaçırdığını düşündüğüm ve kendisine soramadan edemediği o kritik soru, “Yapamadı mı yoksa yapmadı mı?”

Hatırlar mısınız büyüklerim bu mektubun başlarında size bir şey söylemiştim, bizler tutsaklığımıza öyle aşığızdır ki, eğer biri gelip yaşadığımız zindanın kapısını açık bıraksa, biz o kapıdan çıkıp gidemeyiz özgürlüğümüze, korkarız özgürlüğün bize servis edeceği belirsizlikten. Ne güzel tutsağız ama şimdi, yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda (artık yediğimiz neyse?), ne gerek var özgürlüğe, akşam akşam (ki tam da yaşamın akşam vaktine girdiğimiz şu zamanlarda) icat çıkartma başımıza.

İşçi sınıfını son anda tutan da bu olmuş olsa gerek. Yüzyıllardır haykırıp durur, emekçiler her şeyi üretiyor, neden emeğini küçük bir zümrenin kontrolünde bırakıyor? Neden yüzyıllardır emekçiler tutsak ve küçük bir azınlık onların sırtında yaşamasına izin veriyor? Bu sınıfın eline bir fırsat geçse aslında dünya çok daha farklı bir yer olurdu.. Al işte Rodos oradaysa atlayış burada, neyi bekliyorsunuz?

Şimdi işçi sınıfını bir kenara bırakıyorum, daha doğrusu işçi sınıfının onları ezenlerden alacağı özgürlüklerini bir kenara bırakıyorum çünkü benim düşünceme göre kimse kimseye özgürlüğünü teslim etmiş değil. Daha doğrusu kimse bir başkasına teslim etmedi. Evet, özgürlüklerimiz teslim edilmiş durumda da bunun sorumlusu veya emanetçisi bir başkası değil, bizatihi kendimiziz.

Haydi küçük bir özet yapalım, John Lock misali yazımız sürekli tekrarlardan ibaret olsun ne çıkar?

Bizler hayatta kalma stratejilerimizden toplum yaşamını o kadar abarttık ki en sonunda temel stratejimiz halini aldı. Unutmayalım güdülerimizi, yani hislerimizi bir anlamda en temel varoluşsal istençlerimiz oluşturur. Bizler öncelikle hayatta kalmalıyız bu bir akıl yürütme değil, aklın yürütüleceği yolun ta kendisi. Geldiğimiz noktada bizler bunu ancak içinde yaşadığımız topluma yüzde yüz uyumla gerçekleştirebileceğimizi kanıksadık.  Ne demek bu? Hemen söyleyeyim, iyi insan olmak, vefakat Aristoteles’in o muhteşem çıkarımıyla, “insanı iyi yapan yasalardır”.

Biraz Aristoteles denizinde boğulalım. Aristoteles iki iyi koyar: Biri başkaları için iyi, diğeri kendinde iyi. Bence son derece hatalıdır bu çıkarım, daha doğrusu çıkarım doğrudur da iki iyi bir arada anılmamalıdır bile, sadece sesteşliktir bu iki iyi arasındaki benzerlik.
İşte bu iki iyiden birincisi, kendinde iyinin bu etik alanla veya ayağımızdaki prangalarla hiçbir ilgisi yoktur. Kendinde iyi tamamen ontolojik bir mefhumdur. Yani varoluşsal bir kavram.  

Yasalar sayesinde iyi olan, yani kendinde iyi ile sadece isim benzerliği olan “başkası için iyi” ise tam da bizim konumuzdur. Bunun adı iyi falan değildir, hayatta kalma stratejilerinden biridir sadece. Yani tavşanın hızlı koşması, aslanın pençeleri olması gibi bir donanımdır sadece başkası için iyi olmak. Başkası için iyi olmamızın sebebi ile elimizde bir okla ormana girmenin ya da güzelce örülmüş bir ağ ile denize açılmanın arasında aslında hiçbir fark yoktur. Bir avdır en kestirmeden başkası için iyi olmak, bir stratejidir sadece. Öyle bir strateji ki, tamamen kendisini topluma ve endüstriye teslim etmiş insanoğlunun en önemli ve en sefil stratejisi.

Şimdi anlatmak istediklerime bambaşka bir yerden tekrar giriş yapıp, bir çikolatayı iki ucundan yiyerek ortada buluşan sevgili gibi  (yok artık ne fantazilerim varmış ben de yeni yeni öğreniyorum) burada Aristoteles’in iyisiyle buluşmak üzere virgül koyayım.
Kung fu dersinden sifumuz korkuyla ilgili şöyle der. “Eğer sizden daha güçlü bir kişinin karşınızda olduğunuzu görürseniz korkarsınız ve bu çok normaldir, bu korku sizi hayatta tutar. Normal olmayan ve sizin için zararlı olan bu durumda korkmamanız olurdu.”  Korku bedenimizin hayatta kalma stratejierinden biridir yani. Mesela, yanan bir ateşe yaklaşırsak korkmaya başlarız ki korkmazsak o ateşten kaçınma dikkatimiz bizi hayatta tutacak boyutta olamazdı. Korkuya dair bir çok örnek verilebilir ki bu sadece ademoğulları için değil tüm diğer kuzenlerimiz için de geçerlidir. Örneğin tavşanın korkuyla sürekli gökyüzünü kontrol etmesi onu olası bir kartal saldırısında hayatta tutacak stratejidir. Bu bir sonraki adımı görmektir sadece ve hareketinde ilk adımın yaratacağı tehlikeye karşı  alınan önlem.

Çikolatanın diğer ucundan yemeye başladık sanırım ve galiba çok da sürmeyecek ortada birleşme. Görüldüğü gibi sevgi kaybı ya da daha doğrusu iyi insan olamama  fikri insani bir güdü, bir hayatta kalma stratejisi. Yani en ilkel beynimize korkarız ve yine en ilkel güdülerimizle uyarız yasalara ve iyi insanlar oluveririz.

Şimdi sizlere bir sır vereyim mi? Bizler her ne kadar bir tavşanla kuzen de olsak ondan farklı olarak insanız ve hayatta kalmak kadar o kaldığımız hayatı bize güzel bir şekilde geçirmek gibi bir istencimiz de var. Çünkü neydi hatırlayın, Heidegger üstadın bizlere ısrarla anlatmaya çalıştığı? Tüm hayvanlardan farklı olarak bizlerde ölüm mefhumu var, bizler ölümün varlığının bilincinde olan varoluşlarız ve bu bizi tüm diğer canlılardan oldukça faklı bir yere oturtuyor.

Bizleri hayatta tutmaya çalışan güdümüz korkuysa, ölümün varlığını bildiğimiz için her an hareket edip gelişmemizi sağlayan güdümüz de kaygı olarak karşımıza çıkıyor. Ah be Kierkegaard aslında ne kadar da güzel yakalamıştın sen korku ve kaygının nasıl kardeş ama bir o kadar da farklı güdüler olduğunu.

Bizler hayvanız ve korku bizi tüm hayvanlar gibi hayatta tutar. Güvenlik kavramını koyar önümüze, tıpkı bir farenin delik oyup içine saklanması gibi, aynı stratejidir yani. Güvenliği sağladıktan sonra hayatta kalmak için ikinci aşamaya geçeriz ve bu aşamada korkularımıza rağmen inimizden çıkıp besin maddeleri bulmalıyız. Bu da özgürlüktür işte. Tüm canlılar gibi yaşamımız bizi hayatta tutacak güvenlikle, hayatımızı devam ettirebilecek olanakları sağlayabileceğimiz özgürlük arasında gider gelir. 
Fare ininden çıkıp yiyecek bir şeyler bulmalıdır. İnsan güvenli ortamından çıkıp yiyecek bir şeyler bulmalıdır.

Şimdi bu özgürlük ve güvenlik kavramlarına diğer tüm canlılardan farklı olarak bir de ölümün varlığı karşısında duyulan gelişim istencini koyun, yani anksiyeteyi.

Ha bir de pişmanlık, korkularımızdan dolayı yapmadıklarımızın bizlerde yarattığı pişmanlık duygusu. Paralel evrende yaşanan sonsuz sayıdaki olası gelecekten seçtiğimiz şu an yaşadığımız olan geleceğin nasıl da korkularımız yüzünden bu hale geldiğinin bilincine vardığımız andaki pişmanlık.
Yaşam hayatta kalmayı başarırken ne kadar az pişmanlık hissettiğimiz ölçüsünde yaşamdır benim için. 

Öte yandan hayatta kalmamızı engelleyecek derecede cesur davrandıysak, bunu artık geride kalanlar düşünecektir, en azından tüh bak öldüm diye bir pişmanlık güdüsü teknik olarak olanaksızdır.