7 Mayıs 2017 Pazar

İçimizdeki o muazzam his: Anksiyete


Kelimelerle anlatılamayan şeyler var elbet ama yazarken elimizde kelimelerden başka da araç yok ne yazık ki. Hatta daha vahimi, kelimeleri referans alarak düşünmeye başladığımız çağlardan beri sadece karşımızdaki kişiye değil, aklımızdan geçenleri kendimize ifade etmekte de yegâne aracımız oluvermişler. O zaman o araçlara doğru anlamlarını teslim etmeye çalışmakla başlamalı işe. Ne de olsa başlangıçta söz vardı ve söz tanrıydı.

Pek muhterem çevirmen bir arkadaşım söylemişti, eş anlamlı kelime yoktur diye, çünkü eş anlamlı olacak olsalarmış birinden biri zaten kullanılmazmış, biri yetmemiş ki diğeri girmiş dile. Her daim birbirlerinden farklılıkları mevcutmuş ve tam da bu yüzden çeviride buna çok dikkat edilmeliymiş. Hele nesneleri değil de hissiyatları anlatmak için kullandığımız kelimelerde bu durum daha elzem bir hal alıyor zannımca. Bir de, birbirine eş hissiyatın da olmadığını düşünürsek…

Aslında bakarsanız aynı kelime aynı kişi tarafından bile hiçbir zaman aynı anlamda kullanılmaz bunun bilincini de taşıyorum elbet de ve yine pek tabi Herakleitos’un o ırmağında nelerin döndüğünden haberdarım. Az girip boy vermedim o güzel ırmakta, az yıkanmadım. Benim burada kastettiğim biraz daha basit düzlemde eş anlamlı kelime olamayacağıydı. Lafı evirip çevirmeden söyleyeyim, umut ile beklenti kelimelerinden bahsediyorum. Yani umut ile beklenti hissinden, hani birbirinin yerine kullanılan ama aslında birinin bittiği yerde diğerinin başladığına inandığım ve belki de sonuçları açısından var olabilecek en zıt anlamlı iki hissin birbirine karıştırılmasından bahsediyorum.

Biraz sabır sevgili okur. Birazdan size anlatacağım gibi, bence yaşamlarımızın pınarı olduğuna inandığım bu kavramları uzun uzun anlatmam gerekiyor ve bu anlatım sırasında çok kritik bir hissiyata karşılık gelen bir kelimeye daha ihtiyacım var, başlıktaki kelimeye, anksiyeteye.

Anksiyete, yani kaygı,  birçok düşünüre göre gelişimimizin olmazsa olmaz yapı taşıdır. Şöyle ki, bugün psikiyatri servislerinde üç kuruşluk ilaçlarla tedavi edilmeye (kontrol altına alınmaya) çalışılan bu hissiyat olmasaydı insanlık gelişmezdi. Ha gelişti de başı göğe mi erdi insanlığın, vallahi o kısmını ben de bilmiyorum ama işte gelişemezdi. Geçelim insanlığı, kendimize bakalım. Bizi her daim harekete geçiren şey içimizdeki kaygı olmamış mıdır? Kendinize sorun bunu, ne yazık ki nasıl bir doğruluk payı olduğunu göreceksiniz. Mesela alanlara neden çıkarsınız? Polisten o misk kokulu geniz açıcı hava değişimini neden yersiniz? Bir şeylerden duyduğunuz kaygı olmasaydı hiç yapar mıydınız bunu? Sevgilinizle kavga ettiğinizde neden örneğin çiçek alırsınız? Hakikaten kuzum neden yaparsınız bunu? Kavga etmeden alsanız da hiç kavga olmasa? Olmaz işte, öyle işlemiyor işler değil mi? Müşterinin sizden istediği projeyi yetiştirmek için neden çaba sarf edersiniz? Neden ders çalışırsınız? En küçük ediminizi düşünün neden yaparsınız? İçinizdeki kaygı hissiyatı olmadığında hareket eder misiniz? İşte anksiyete tüm hareketlerinizin temel nedeni sanki ve o çok bilmiş düşünürler yine haklılar. E adı üstünde düşünür, hiç düşünenle düşünmeyenin söyledikleri bir olur mu?

Varoluşumuz çok acımasızdır sevgili okur, eğer onun senden istediği bir şey varsa bunu alır her daim. Senden hareket etmeni isterse içine öyle bir hissiyat verir ki sırf o hissiyattan kurtulmak için onun istediği şekilde davranırsın. İşte o hissiyattır anksiyete. Senin içinden yok olup gitsin diye elinden neredeyse ne geliyorsa yapmana sebep olan hissiyat.

Varoluş demişken, bu konuda sözlerini asla kulak ardı edemeyeceğimiz Heidegger’e dokunmadan edemeyeceğim. Biliyorum çok sıkıcı bir nokta, ismi bile ürkütüyor insanı ama durun bu yazıda terminoloji olmayacak, zor kavramları da anlatmayacağım sadece kaygı ve beklentiyle ilgili kısımda kendimce bu şarklı düşünürün ne anlatmak istediğini sizlere aktaracağım. Bir iki cümlecik belki bir paragraf söz. Hem bir noktada beklenti, umut kelimelerini birbirinden ayırmak istiyordum ya işte hah o nokta tam da bu nokta.

Heidegger varoluşu anlatırken orada olmak kavramını kullanıyor ya işte orası neresi? Gelecekte bir yer. Benim onun “varoluşun”undan anladığım şudur: İnsan geleceğe, kısacık bir zaman sonra ya da daha uzun ya da upuzun zaman sonraya, yani şu andan sonrada belli bir yere hayali bir kendi koyar. Ben x zaman sonra şu durumda olacağım diyerek kendisini beklentiye sokar. Sonra bu beklediği kendisine yaklaşmaya çalışır ve bu bilinç açık olduğu sürece sonsuz kez tekrarlanır. İşte gelecekte bir yerde koyduğumuz kendimize ulaşma çabasına da o yolculuğa da varoluş yani yaşam deriz. Bitti.

Demek o ki, bırakın dünyanın, sevgilimizin, müşterimizin, onun, bunun ve şuyun bizden beklentilerini karşılama çabasının bizi hareket ettirmesini, bizim kendi yaşamımız dediğimiz şey bile beklenti ve anksiyete temelinde yapılandırılmıştır.  Pis bir hissiyata sebep olur beklenti, acı vericidir ama olmazsa da olmazıdır yaşamın.

Gel gelelim umuda. Oysa umut bunun tam tersidir. Beklenti ne kadar batı ise umut o kadar doğudur, beklenti ne kadar bilimse, umut o kadar metafiziktir. Çünkü beklenti ne kadar “ben” ise umut o kadar “ben ve benim dışımdaki dünya”dır. Ve en önemlisi, beklenti ne kadar kaygı ise umut o kadar ferahlamadır.

Beklentilerimizi yönetmemiz gerekiyor sevgili okur, nihayetinde sıçmışım insanlığın gelişimine, banane buharlı makinenin icadından diyerek beklentilerimizi minimuma çekmeliyiz ki -en azından ben öyle yapmak isterdim- o pis anksiyete hissiyatını bir yerlere gömelim. Ve bunu başarırken de umut etmeyi öğrenmeliyiz. Bırakın her şeyin sizin kontrolünüzde olduğu yanılgısını, belki de milyon parametre birleşir ve sizin gelecekten istediğiniz şeyler yine gerçekleşir, hem de sizin tasarrufunuzun sonsuzun yanındaki bir doğal sayı kadar az olduğu bir şekilde. İşte bu umuttur sevgili okur, beklentinin bittiği yerde başlayan şey. Yarattığı hissiyat da tam tersidir, ruhunuzu kemiren anksiyatenin yok olması ve kocaman bir ferahlama hissiyatının yerleşmesidir kalplerinize.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder