Tahsin bir yandan bardakları değiştiriyor bir yandan da
söyleniyordu. “Artık bu bardakların içine sigara izmariti atmaktan vazgeçmemiz lazım”
Ben her zaman ki gibi onun asabi ve keskin hareketlerini seyrediyordum. İkimiz
de ev işlerinde çalışkan sayılırdık da aynı anda bir iş yapma konusundaki
basiretsizliğimizden olsa gerek, herkes canının istediği anda, uygun gördüğü
anda ortak işlere girişiyor ve diğerinin yardımını bırak talep etmeyi, kabul
bile etmiyordu. Biz takım çalışmasına uygun insanlar olamadık sanki.
Onu seyrederken kendi yaşlılığımı görmüyor değildim. Bunun
bana verdiği hissiyat nasıl denir, bir astroloğa gidip kötü kehanetler dinlemek
gibi bir keyif olsa gerekti. İnsanoğlu ne garip, zihnimiz ne kadar da zamanın
ruhuna ters çalışıyor. Geleceğin belirsizliğini, önceden bilinen en kötü
olasılığa tercih edemeyiz bizler. Yeter ki bir şeyler net olsun,
ölçümlenebilir, öngörülebilir olsun da varsın en kötü olasılık olsun.
Haklısın dercesine salladım başımı ve ekledim peşine “bir
ara sigarayı bırakalım, burada çok pahalı gerçekten”
Dışarıda basık bir hava vardı. Yüksek basıncı duyardım hep
ama ne olduğunu burada öğrendim. Yüksek basınç genelde sıcak bir havaymış
meğer, sıcak ama basık bir hava. Gün boyunca böyle bir havya maruz kaldık. Hatta
o günün sabahındaydı, buraların havasıyla ilgili ilginç bir diyalog geçmişti
aramızda. Ben balkondan dışarıyı seyrediyor bir yandan da düşünüyordum. İçimde
inanılmaz bir koşma isteği vardı, uzun zamandır koşulara çıkmadığım için
olduğunu düşünmüştüm. Tahsin yanıma yaklaştı, “Ne yapıyorsun ufaklık, karşı
evdeki doktor kadını mı seyrediyorsun yine” diye takıldı.
“İçimden koşmak geliyor abi, biliyorum hava çok sıcak ama
hiç durmadan koşmak istiyorum” Galiba bu geceki içki masasının sebeplerinden
biri de bu cümlem oldu, durun anlatayım.
Ben bu cümleyi kurup Tahsin’e döndüğümde yüzünde o kaygılı
ifadeyi gördüm, kaşlarımı çatıp, kafamı kısa aralıklarla sağa sola titretmek
yöntemiyle “ne var neden öyle bakıyorsun
bana altı üstü koşmak istiyorum” dedim.
Meğer buralarda bir hastalık varmış, bir delirme anı.
Avrupalılar oğlak dönencesi bölgesinde ilk kez yaşamaya başladığında
rastlanmaya başlanmış buna. Ciğerler çatlayana, nabız 250 ‘lere vurana kadar
koşma isteği. İlk kez bunu Zweig’ın kaleme aldığını anlattı.
“Ahmet, akşam rakıya mı otursak?” dedi,
“Olley!! süper fikir” diye cıvıdım hemen.
Akşamüstü başlayan yağmur yeni kesilmişti. Terasımızda
nispeten serin sayılabilecek bir havada başlamıştık soframızın keyfine. Şişenin
yarısı duruyordu ve ikimiz de bu şişenin ne kadar değerli olduğunu biliyorduk.
Türkiye’den binlerce kilometre uzakta, hiçbir şekilde rakıya ulaşma şansımızın olmadığı
bir hayat sürüyorduk uzun zamandır. Bin yılda bir misafir gelirse, yakın ülkeye
bile olsa hani o geliş, ondan rakı istiyor ve sadece özel günlerde açıyorduk
şişeleri. Son gelen misafir 2 tane büyük rakı getirmişti ve ikisini de aynı ay
içinde içmiş olmanın rahatsızlık duygusu üzerimizdeydi.
Tahsin bardakları değiştirdi, öyle ya şimdi balık bitmiş
sadece peynirle yuvarlanacaktı dubleler, yağlı bardak olmazdı.
Balık faslı bittikten sonra bardak değişmelidir, adap budur.
Balıkları elle yiyorduk ve bardaklar dışarıdan gelen birinin midesini
bulandıracak kadar yağlı ve çirkin oluyordu. Ben ekseri önce doyuyor ve bu
sırada sadece bir duble içiyordum, sonrasında kendime mezelik biraz balık hazırlıyor,
yani kılçıkları ayıklanmış ve çatalla yenilebilecek kıvama gelmiş parçaları
tabağıma yerleştiriyor ve gidip ellerimi yıkıyordum. Sofranın ikinci faslı
böyle başlıyordu benim için. E bu durumda da yağlı bardak nahoş bir durumdu
tabi.
Tahsin temiz bardaklarla gelip, tekrar sofraya oturdu,
müziği kapatıp telefonundan Ahmet Kaya açtı, “Hep sonradan”
Biraz durdu, durdu,
durdu ve durdu… geliyordu o an, gözleri kızarmaya ve sulanmaya başladı. İçimden
“ben seni uyarmıştım” diye geçirdim
ancak bunu dillendiremedim, öyle ya ne fark ederdi ki? Ben ona değil de, Tahsin
bana “bu kızdan uzak dur bak sonra çok üzüleceksin” deseydi eğer, uzak mı
duracaktım? Hem şimdi ben söylemiştim demek, Tahsin’in gözyaşlarına hakaret
olmayacak mıydı? Kafamdan geçenlerden tiksindim, arkadaşım gerçekten acı
çekiyordu, gerçek acıyı görüyordum gözlerinde ve benim odak noktam halen daha
ona ne söyleyeceğimdi.
Şarkı bitti ve peşine kendine iyi bak çalmaya başladığında
artık bağıra bağıra ağlamaya başlamıştı dostum. Onu ilk defa böyle görüyordum
ve ne yapacağımı gerçekten bilemedim. İçimi dolduran kaygı sadece Tahsin’in
mutsuzluğu değildi, bir yandan da komşuların rahatsız olup olmayacağını
düşündüm, şimdi hiç gerek yoktu yarı İspanyolca, yarı İngilizce ama ekseri
beden diliyle durumu anlatmak “Aman, neyse ne” dedim içinden. Sessiz ağla
denmezdi ya adama.
Söz sırası acılı
adamdaydı. Tahsin şişmiş gözlerini bana dikti ve “sakın bana ben demiştim deme”
diyebildi.
Beklediğim girişi aldım ve arkadaşımı teselli etmeye
koyulmak için içten içe kımıldanmaya başladım. Eskilerde, hüzünlü bir adam
karşısında tek derdim ne diyeceğim olurdu, zerre hissedememiştim bu güne kadar
bu tip masalarda yaşanan acıları, sadece kendi görüşünü beyan etmek için
kullanırdım dostlarımın acısını. Aslında çok da pis bir adam değildim ama işte
maddenin tabiatında ne varsa benim de tabiatında onlar vardı. İlginçtir şimdi
susuyordum. Bir erkek ağlayınca iş değişiyordu, erkekler ağlamazdı değil mi?
Oysa ne çok ağlarlardı da gözyaşları içe akardı, erkekler ağlayamazdı ama yine
de, erkek gider sorununu çözerdi, dert ki o acının bir çözümü olsun. Sonuçta
biz 20 yy’ın evlatları bir yerde “aşkın metafiziğinin” yani Schopenheuer’in
askerleriydik.
Yine de geri adım atmadım, çıkıştım.
“Ah be Tahsin, ah be abi, bu hikâyenin böyle biteceği o
kadar belliydi ki, neden soktun kendini bu duruma? Aranızda 20 yaştan fazla var,
kültür farkı, din ve dinsizlik farkı var. Nasıl göremezdin o genç kızın seninle
sensiz yaşamı arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığında ağlayarak da olsa sensiz
bir yaşamı seçeceğini? Kim seni seçebilir ki oğlum bu dünyada, kimde var o göt?
Hem de o küçük dünyasını karşısına alıp sadece seni?“
Hiçbir anlamı yoktu söylediklerimin. Ne yani, senin hatan mı
diyordum adama şimdi? Adam tutup bana, “ah be ahmet o kadar belliydi ki bir gün
öleceğin, doğduğun günden beri bedenin çürüyen bir organizma olarak dünyaya
fırlatılıyor, bedenin bir gün ruhun ve ölüm arasında bir seçim yapmak zorunda
kalırsa ölümü seçecek, kadim zamandan beri böyle olmuş, neden yaşadın ki sanki
ölmeyecekmiş gibi “ dese, benim ona söylediklerim kadar manalı olurdu.
“Görmedim değil Ahmet, görmedim değil, inanmadım, inanamadım
sadece. İnsan gördüğü şeye değil istediği şeye inanır ya işte ben de öyle
yaptım. Bir de ben bu kadar acıyacağını hiç bilemedim ki, daha önce bu acıyı
deneyimlemedim olum biliyorsun?”
Müzik karışık çalmaya başlamıştı artık ve kimse kontrol
etmiyordu. Ruhi Su’dan Mahsus Mahal’deydi
şimdi kulağım. Acaba arada başka bir şey çalmış mıydı? Ne kadar zaman geçmişti?
Türküye verdim tekrar kulağımı. Bu türkü değil miydi İbrahim Kaypakkaya’nın Diyarbakır
zindanlarında söylediği türkü? Hani her gün türlü işkenceler gören, önce
parmaklarını sonra ellerini ve ayaklarını bileklerinden kestikleri işkenceler.
4 ay süren ve sonunda ölüme giden o yaşam…
Tahsin bir anda eşlik edince “Derdin ucu derindedir” diye,
hem de o acılı yüz ifadesiyle, tutamadım kendimi bağırmaya başladım. “Sen ne
saçmalıyorsun Tahsin! Hangi derdin ucu derinde, aşk acının mı? Hem de bu
Türküde! Sen türküde adı geçen Farz-u Mahal misin sevdiği uğruna bir kayanın
altında ezilip ölen yoksa İbrahim misin zindanlarda kesilen parmakların sızlarken
bu türküyü mırıldanan? Nedir Tahsin? Acın nedir ha senin? Sevdiğin kızın ailesi
sizin birlikte olmanızı istemedi hem de kızlarını düşündükleri için, sen ona
bakamazsın diye çektiler restlerini. Kızcağız da şu an debeleniyor sana
gelmenin bir yolunu bulabilmek için, hem de senin gibi babası yaşında koca bir
kaybedene gelmek için! Başladığı hiçbir işi bitirmeyen, muhtemelen o kızcağızı
da üç beş gün sonra yarı yolda bırakacak senin için.”
İçkinin de etkisiyledi, hiç gerek yoktu bu çıkışa, kalbini
kırdığımı fark ettim ama geri de dönemedim. Acının karşılaştırması olmazdı
elbet, her acı düştüğü yeri yakıyorsa gerisi önemli değildi, acıydı işte. Ama
insan karşılaştırmadan da edemiyordu hani. Nedir yani hangi derdin ucu derinde
değildir ki?
Şimdi Tahsin’in sesi kesilmişti. Sessiz sessiz ağlamaya
devam ediyordu bir köşede. İnsanın içini burkan bir hal almıştı durum, hem acı
çekiyor hem çektiği acıya kendisi bile acıyordu. Çektiği acıdan utandırmıştım
onu, bravo bana.
“Haklısın” dedi kısık bir sesle. “Haklısın Ahmet canımın
yanmaması lazım da yanıyor işte.”
“Öyle demek istemedim” dedim. Ve ekledim “Elbet yanıyor canın,
sadece geçecek, ucu derinde ama yine de geçecek, sadece biraz çaba be Tahsin,
ağlamak yerine çaba sarf etsen?”
Tahsin şimdi biraz kendine gelmişti, gözyaşı dökmek galiba
içeride kalan acıyı sıvı olarak vücuttan atmak gibi bir şeydi. Acıyı sıçmak ve
rahatlamak belki de. Daha duru bir ses tonuyla devam etti “Söylediklerin bana iki
yıl önce İstanbul’da içki ısmarladığımız adamı hatırlattı, hani yarım yamalak
Türkçe bilen şu Suriyeli doktor, hatırladın mı ?”
Şimdi sohbet zamanıydı, en azından bu gece acısından
uzaklaşmaya başlamıştı, yine de bir şeydi bu.
“Nasıl hatırlamam”
dedim.” İçince ağzı burnuna kayan adam, sonrasında hikâyesini anlattığında
bütün gecemizin içine sıçtı diye kızmıştık arkasından“
Tahsin : “Evet, kızmıştık. Önce ona acıyarak soframıza
oturttuk, sonra bize hayatımızda duyabileceğimiz en acı hikâyeyi anlattı diye
ona öfkelendik, iyi hatırladım şimdi” dedi.
Rakımdan küçük bir yudum aldım, bu duble biraz ayarsız olmuştu ,alkolün
verdiği tattan yüzümü buruşturup devam ettim.
“Çok mu sarhoştuk biz
o gün? Nasıl öfkelenebildik adama çok içip sapıttı diye? Neyse evet hatırladım.
Önce iki çocuğunu kaybetmişti savaşta, sonra da karısı intihar etmişti, Türkiye’de
tecavüze uğradı için. Şimdilerde de Beyoğlu’nda sokaklarda yatıyordu”
Tahsin bir an durdu, aklına birden gelivermiş gibi ekledi :”
Unutmadan bir de savaştan önce uzman doktormuş”
Nereye varmıştık şimdi? Anladım ve sordum: “Yani Tahsin, o
adam da aşk acısı mı çekiyordu?”
Başkalarının acılarını neden paylaşırız adlı bir kompozisyon
yazmak isteseydim eğer, ilk sıraya “o an orada bulunduğumuz için hepsi bu”
sebebini eklerdim ama hemen peşi sıra da “daha sonra o acıya bakıp kendimizi
iyi hissetmek için” maddesini yazardım. Şimdi o zavallı Suriyeli’nin acısını bu
masada kendimizi iyi hissetmek için kullanmıştık, bizim açımızdan bakıldığında,
iyi ki de çekmişti o acıları yoksa ne yapardık şimdi.
Tahsin : ”Hayır, haklısın sanki. Bu insanların çektiği acı
karşısında benimki nedir ki? Altı üstü işsiz güçsüzüm diye sevdiğim kadın
benden gitti, giderken de ağlıyordu seni seviyorum diye. Ağlamasaydı keşke Ahmet,
o zaman belki dayanabilirdim, ağlıyordu”
Ben pası almıştım bir kez, bu gece daha fazla hüzne, bizim
hüznümüze yer yoktu:
“Peki ya o Suriye’li doktor? Onun acı çekmeye hakkı var
mıydı? Onun acı çekmeye hakkı vardı da neden tahammül edemedik bir an bile onu
dinlemeye? Arkasında bir kez bile aramadık sormadık nasıl oldun diye? Kimin acı
çekmeye hakkı olup olmamasından bize ne? Senin yoksa eğer, ne diyelim varsın
olmasın hem ne çıkar, acın azalıyor mu?”
Tahsin esnedi: “Haklısın ne çıkar? Neyse, yarın uzun bir gün
olacak. Şimdi yatmalıyım ben, uzun zamandır bu şekilde uykum gelmemişti
kaçırmayayım” dedi ve ekledi “Ufaklık masayı… neyse siktir et“
Kalan rakıya söyle bir baktım, yüzüm gülümsedi, sonra hemen
toparladım. Ayıp mıydı, rakı biraz kaldı diye gülümsemem acaba?
“Ortalığı ben toplarım, hadi sen git yat, aklından da
çıkartma, istersen her şey yoluna girecek”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder