2014 Türkiye’sinde neden herkes yalancı ve neden kimse
kendisini olduğu gibi ifade etmiyor?
Çok önemli bir sorunun cevabını biliyorum sevgili okur ama
bunu ancak biraz uzun yoldan anlatabilirim. Sabırla okursanız, tıpkı şu
sahildeki ölmeyi bekleyen ama bir densizin tekrar denize, daha büyük canlılara
yem olarak attığı denizyıldızı gibi, sizin için bir şeyler değişebilir.
Yalan kavramı üzerine bir deneme yazmak… yine ne zor bir
ödev belirlemişim kendime işgüzarca. İki başat sorun var yalan üzerine
yazmakta. Bunlardan birincisi ve benim açımdan nispeten daha önemi olan, kendimi
açık etme riski, diğeri ise kısmen önemsiz, Türkçe ’de yalanın tanımın belirsiz
olması. Bu iki sorunu aşabilmek için şimdiden söyleyeyim, yazan (ben) bu yazıda
yalan söylememektedir ve yalanın tanımını hepimiz biliyoruz, her ne kadar TDK
bu tanımı yapamasa da.
TDK, yalan kelimesi için doğru
olmayan, gerçeğe uymayan demiştir. Gerçeğin tanımında doğru, hakikat, yalan olmayan, doğrunun tanımında ise gerçek, yalan olmayan demiştir. Tahmin
etmişsinizdir hakikatin tanımı için de gerçek
yazmışlardır. Yani Türk dil kurumu hakikat, gerçek, doğru ve yalan
kelimelerinin hiçbir şekilde anlamını yazmamış, sadece bu mefhumların
birbirleriyle olan ilişkilerini vermiştir. Her şeyi devletten beklememek lazım
di mi ama sevgili okur. Netice itibarı ile devlet elinden geleni yapmış ve sana
4 kavramın birbiriyle olan ilineksel bağlantısını vermiş, bunlardan bir
tanesinin bile tanımını yaparsan diğerlerinin de çözüleceğini belirtmiştir.
Tanrı devletimizi ve bütün kurumlarını korusun!!
Seni seçtim “DOĞRU” önce seni anlatacağım. Sonrasında senin
olmadığın yerlere yalan diyeceğim, sonuçta TDK bana yalanın, aslında senin
olmadığın durum olduğunu söylüyor. Peki,
TDK Doğrunun tanımını gerçekten den de hakikate uygun bir şekilde mi yapıyor,
yoksa yalana mı batmış? Göreceğiz.
Doğru hiç de öyle yalan olmayan değildir. Tanımın özüdür,
olumluluk ifade eder her şeyden önce. Diyalektikten beyni hamura dönmüş biz
Sokrates sonrası nesiller, her şeyi zıddıyla anlamak gibi bir ahmaklık
havuzunda yüzmekteyiz de o yüzden anlayabileceğimiz ancak doğrunun olmadığı
andır.
Oysa ki doğrunun oldukça basit ve doğru
bir tanımı vardır. Doğru, bir görünümün nesnesini olabildiğince eksiksiz ifade
edebilmesidir. Ne demektir bu?
Tüm canlılar kendilerini, sesle olsun, hareketle olsun ya da
karşısındaki varoluşun duyu organlarıyla algılayabileceği herhangi bir
yöntemler olsun, ifade etmeye çalışırlar. Biz ademoğulları çokluk konuşma,
kısmen davranış nadiren de sanatla dile getiririz duygu ve düşüncelerimizi,
ifade ederiz yani kendimizi. İşte bu ifadenin içimizdeki duygu ve düşüncelerin
karşılığı olma oranıdır doğruluk. Yani asla bütünüyle doğru olunamaz ya da
bütünüyle doğrunun olmadığı bir ifade olamaz. İşte bu yüzden büyük münzevi
Spinoza doğru kelimesini uygunlukla özdeşleştirmiştir ve olabildiğince doğru
olana da yani ifadenin nesnenin maksimum karşılamasına da up-uygun demiştir,
iyi de yapmıştır. Bu anlamda mutlak bir doğru da olamaz, karşıtı da mutlak
olamaz.
Yalan işte bu doğrunun olmadığı anlardır dediğimizde, yani
sanki doğrunun zıddıymış gibi algıladığımızda, zaten asla olmayan bir kavramın
zıddının olmasını bekleriz ki çuvallarız. Oysa bildiğimiz anlamında yalan çok
daha basittir. Yalan bu ifade edemeyiş değil, yani doğrunun zıddı değil aksine
onun bir kırılmasıdır. Yalan insanların ifadelerini bilinçli bir şekilde
çarpıtmasıdır, aslında oldukça basittir, doğru kavramı kadar derin değildir.
Doğru ve yalanın ilineksel bağlantısını –ki burada ilineksel
kelimesini özellikle kullanıyorum çünkü bu bağ kesinlikle zorunluluktan gelir
ama bütünüyle de birbirlerine koşut değildir- anladıktan bir konuyu daha
serimleyip, sonrasında aslında yazmak istediklerime geçebilirim, yani başta
taahhüt ettiğim Türkiye insanının neden sahtekar olduğu bilgisine…
İkinci nokta -sonradan bu yalan kavramıyla birleşecek- başta
primatların, ötesinde tüm canlıların taklit ve öğrenme yeteneğidir.
İnsan tüm diğer canlılar arasında öğrenme yeteneği en güçlü
olan varoluş olarak, kendisine evrim pastasından en büyük payı almıştır. Uzun
uzadıya evrimi ve insanın alet kullanma becerisinden başlayarak öne çıkışını,
bu öne çıkışta öğrenme kapasitesinin önemini anlatmak değil niyetim. Derdim bu
öğrenmenin her daim avantajımız haline gelmemiş olmasıdır. Daha doğrusu belki
evrimimizin ilgilendiği tek nokta olan türümüz devamlılığı için faydalı olsa da,
bu türün devamlılığını sağlayacak bireyler için bir mutluluk kaynağı olmamasıdır.
Bizler öğreniyoruz sevgili okur, istesek de istemesek de
öğreniyoruz ve bu öğrenişler her daim bizim mutluluğumuzun kaynağı olmuyor. Hatta
aksine, modern toplumda yaşadığımız birçok hezeyanın da başat sebebi oluyor. Bu
da başka bir konu ama bizlerin yaşananlardan öğrendiklerimizin isteğimiz
doğrultusunda olmadığı tam da yaşadığımız zamanların konusu. Öğrenme istekle
olan bir şey değildir, yani öğrenme bedenimizin ve onun bir parçası olan
beynimizin, bizim irademizden bağımsız olarak sürdürdüğü bir edimdir. Sadece bizlerin
de değil bütün canlıların.
Günümüz Türkiye’si şimdiye kadar hiç olmadığı kadar keskin
bir dönemden geçiyor. Bu dönemi trajik yapan nokta, dönemsel siyasal çekişmeler
ya da bir insan ömründe yaşanacak olan eziyetler değildir. Bu dönemi daha vahim
yapan nokta tüm bunlar yaşanırken koca bir neslin yalanı öğrenmiş olması, daha
da ötesinde yalanın insana sağladığı faydayı öğrenişidir.
Günümüzde siyasiler ya da siyasi duruş sağlayan kanaat
önderleri fütursuzca yalan söylemektedirler. Öyle yalanlar ki, hem kendi
izleyicilerinin hem de karşıt görüştekilerin, bu söylenenlerin yalan olduğundan
en ufak şüphesinin olmadığı yalanlar. Bu yalanlarla kendilerine anlık
avantajlar sağlıyor ya da daha önceden sağladıkları avantajları koruyorlar. Gerçek sorun bu avantajlar da değildir,
sonuçta bunlar bir insan ömrünü etkileyen avantajlar ve karşıtı olarak
dezavantajlardır. Daha büyük bir sorun, koskoca bir neslin yalanla ilişkisinin
patolojik boyutlara varmış olmasıdır.
Bugün ister x görüşünden ister y görüşünden olsun (ama
nedense ekseri dindarlar) bütün bir toplum yalanın, yani kişinin içinden
geçenleri, niyetlerini, düşünceleri ya da ereklerini bilerek çarpıtmanın,
kendisine nasıl avantaj sağladığını istem dışı olarak öğrenmektedir ve primat
doğasına uygun olarak da bunu taklit etmektedir. İşte bizlerin bugün sosyal
yaşantımızda sürekli olarak yalanla, kendisini farklı gösteren insanlarla
ilişkiler kurmamızı sağlayan tam da bu öğrenilenlerdir. Burada bir soru daha
karşımıza çıkıyor, günümüz modern toplumundaki ilişkiler mi siyasetteki bu
yalan mekanizmasını yaratmıştır yoksa siyaset mi modern yaşama bu yalanı
sokmuştur? Ne önemi var ki bunun! Ne demişti Marks, önemli olan anlamak
değildir, değiştirmektir!
Ben kendi payıma bu yalan çarkına bir çomak sokma
niyetindeyim ve bu niyetin sebebi de kendi mutluluğumdur, etik değerler değil.
Şu unutulmamalıdır ki insanın yegane mutluluk kaynağı kendisini olabildiğince
doğru ifade edebilmesi ve karşısındaki kişinin bu ifadeyi upuygun bir şekilde soğurmasıdır. Sırf anlık
pratik çıkarlarınız için yegane mutluluk kaynağınızdan vazgeçmeyiniz. Varsın
yalancılar, anlık pratik çıkarlar sağlasınlar, siz tercihinizi, kendinizden
yana yani bireysel mutluluğunuzdan yana kullanın! Kendinizi upuygun hatta ve
hatta dosdoğru ifade edin..