22 Kasım 2014 Cumartesi

Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol

2014 Türkiye’sinde neden herkes yalancı ve neden kimse kendisini olduğu gibi ifade etmiyor?

Çok önemli bir sorunun cevabını biliyorum sevgili okur ama bunu ancak biraz uzun yoldan anlatabilirim. Sabırla okursanız, tıpkı şu sahildeki ölmeyi bekleyen ama bir densizin tekrar denize, daha büyük canlılara yem olarak attığı denizyıldızı gibi, sizin için bir şeyler değişebilir.
Yalan kavramı üzerine bir deneme yazmak… yine ne zor bir ödev belirlemişim kendime işgüzarca. İki başat sorun var yalan üzerine yazmakta. Bunlardan birincisi ve benim açımdan nispeten daha önemi olan, kendimi açık etme riski, diğeri ise kısmen önemsiz, Türkçe ’de yalanın tanımın belirsiz olması. Bu iki sorunu aşabilmek için şimdiden söyleyeyim, yazan (ben) bu yazıda yalan söylememektedir ve yalanın tanımını hepimiz biliyoruz, her ne kadar TDK bu tanımı yapamasa da.

TDK, yalan kelimesi için doğru olmayan, gerçeğe uymayan demiştir. Gerçeğin tanımında doğru, hakikat, yalan olmayan, doğrunun tanımında ise gerçek, yalan olmayan demiştir. Tahmin etmişsinizdir hakikatin tanımı için de gerçek yazmışlardır. Yani Türk dil kurumu hakikat, gerçek, doğru ve yalan kelimelerinin hiçbir şekilde anlamını yazmamış, sadece bu mefhumların birbirleriyle olan ilişkilerini vermiştir. Her şeyi devletten beklememek lazım di mi ama sevgili okur. Netice itibarı ile devlet elinden geleni yapmış ve sana 4 kavramın birbiriyle olan ilineksel bağlantısını vermiş, bunlardan bir tanesinin bile tanımını yaparsan diğerlerinin de çözüleceğini belirtmiştir. Tanrı devletimizi ve bütün kurumlarını korusun!!

Seni seçtim “DOĞRU” önce seni anlatacağım. Sonrasında senin olmadığın yerlere yalan diyeceğim, sonuçta TDK bana yalanın, aslında senin olmadığın durum olduğunu söylüyor.  Peki, TDK Doğrunun tanımını gerçekten den de hakikate uygun bir şekilde mi yapıyor, yoksa yalana mı batmış? Göreceğiz.
Doğru hiç de öyle yalan olmayan değildir. Tanımın özüdür, olumluluk ifade eder her şeyden önce. Diyalektikten beyni hamura dönmüş biz Sokrates sonrası nesiller, her şeyi zıddıyla anlamak gibi bir ahmaklık havuzunda yüzmekteyiz de o yüzden anlayabileceğimiz ancak doğrunun olmadığı andır. 
Oysa ki doğrunun oldukça basit ve doğru bir tanımı vardır. Doğru, bir görünümün nesnesini olabildiğince eksiksiz ifade edebilmesidir. Ne demektir bu?

Tüm canlılar kendilerini, sesle olsun, hareketle olsun ya da karşısındaki varoluşun duyu organlarıyla algılayabileceği herhangi bir yöntemler olsun, ifade etmeye çalışırlar. Biz ademoğulları çokluk konuşma, kısmen davranış nadiren de sanatla dile getiririz duygu ve düşüncelerimizi, ifade ederiz yani kendimizi. İşte bu ifadenin içimizdeki duygu ve düşüncelerin karşılığı olma oranıdır doğruluk. Yani asla bütünüyle doğru olunamaz ya da bütünüyle doğrunun olmadığı bir ifade olamaz. İşte bu yüzden büyük münzevi Spinoza doğru kelimesini uygunlukla özdeşleştirmiştir ve olabildiğince doğru olana da yani ifadenin nesnenin maksimum karşılamasına da up-uygun demiştir, iyi de yapmıştır. Bu anlamda mutlak bir doğru da olamaz, karşıtı da mutlak olamaz.

Yalan işte bu doğrunun olmadığı anlardır dediğimizde, yani sanki doğrunun zıddıymış gibi algıladığımızda, zaten asla olmayan bir kavramın zıddının olmasını bekleriz ki çuvallarız. Oysa bildiğimiz anlamında yalan çok daha basittir. Yalan bu ifade edemeyiş değil, yani doğrunun zıddı değil aksine onun bir kırılmasıdır. Yalan insanların ifadelerini bilinçli bir şekilde çarpıtmasıdır, aslında oldukça basittir, doğru kavramı kadar derin değildir.

Doğru ve yalanın ilineksel bağlantısını –ki burada ilineksel kelimesini özellikle kullanıyorum çünkü bu bağ kesinlikle zorunluluktan gelir ama bütünüyle de birbirlerine koşut değildir- anladıktan bir konuyu daha serimleyip, sonrasında aslında yazmak istediklerime geçebilirim, yani başta taahhüt ettiğim Türkiye insanının neden sahtekar olduğu bilgisine…
İkinci nokta -sonradan bu yalan kavramıyla birleşecek- başta primatların, ötesinde tüm canlıların taklit ve öğrenme yeteneğidir.

İnsan tüm diğer canlılar arasında öğrenme yeteneği en güçlü olan varoluş olarak, kendisine evrim pastasından en büyük payı almıştır. Uzun uzadıya evrimi ve insanın alet kullanma becerisinden başlayarak öne çıkışını, bu öne çıkışta öğrenme kapasitesinin önemini anlatmak değil niyetim. Derdim bu öğrenmenin her daim avantajımız haline gelmemiş olmasıdır. Daha doğrusu belki evrimimizin ilgilendiği tek nokta olan türümüz devamlılığı için faydalı olsa da, bu türün devamlılığını sağlayacak bireyler için bir mutluluk kaynağı olmamasıdır.

Bizler öğreniyoruz sevgili okur, istesek de istemesek de öğreniyoruz ve bu öğrenişler her daim bizim mutluluğumuzun kaynağı olmuyor. Hatta aksine, modern toplumda yaşadığımız birçok hezeyanın da başat sebebi oluyor. Bu da başka bir konu ama bizlerin yaşananlardan öğrendiklerimizin isteğimiz doğrultusunda olmadığı tam da yaşadığımız zamanların konusu. Öğrenme istekle olan bir şey değildir, yani öğrenme bedenimizin ve onun bir parçası olan beynimizin, bizim irademizden bağımsız olarak sürdürdüğü bir edimdir. Sadece bizlerin de değil bütün canlıların.

Günümüz Türkiye’si şimdiye kadar hiç olmadığı kadar keskin bir dönemden geçiyor. Bu dönemi trajik yapan nokta, dönemsel siyasal çekişmeler ya da bir insan ömründe yaşanacak olan eziyetler değildir. Bu dönemi daha vahim yapan nokta tüm bunlar yaşanırken koca bir neslin yalanı öğrenmiş olması, daha da ötesinde yalanın insana sağladığı faydayı öğrenişidir.
Günümüzde siyasiler ya da siyasi duruş sağlayan kanaat önderleri fütursuzca yalan söylemektedirler. Öyle yalanlar ki, hem kendi izleyicilerinin hem de karşıt görüştekilerin, bu söylenenlerin yalan olduğundan en ufak şüphesinin olmadığı yalanlar. Bu yalanlarla kendilerine anlık avantajlar sağlıyor ya da daha önceden sağladıkları avantajları koruyorlar.  Gerçek sorun bu avantajlar da değildir, sonuçta bunlar bir insan ömrünü etkileyen avantajlar ve karşıtı olarak dezavantajlardır. Daha büyük bir sorun, koskoca bir neslin yalanla ilişkisinin patolojik boyutlara varmış olmasıdır.

Bugün ister x görüşünden ister y görüşünden olsun (ama nedense ekseri dindarlar) bütün bir toplum yalanın, yani kişinin içinden geçenleri, niyetlerini, düşünceleri ya da ereklerini bilerek çarpıtmanın, kendisine nasıl avantaj sağladığını istem dışı olarak öğrenmektedir ve primat doğasına uygun olarak da bunu taklit etmektedir. İşte bizlerin bugün sosyal yaşantımızda sürekli olarak yalanla, kendisini farklı gösteren insanlarla ilişkiler kurmamızı sağlayan tam da bu öğrenilenlerdir. Burada bir soru daha karşımıza çıkıyor, günümüz modern toplumundaki ilişkiler mi siyasetteki bu yalan mekanizmasını yaratmıştır yoksa siyaset mi modern yaşama bu yalanı sokmuştur? Ne önemi var ki bunun! Ne demişti Marks, önemli olan anlamak değildir, değiştirmektir!

Ben kendi payıma bu yalan çarkına bir çomak sokma niyetindeyim ve bu niyetin sebebi de kendi mutluluğumdur, etik değerler değil. Şu unutulmamalıdır ki insanın yegane mutluluk kaynağı kendisini olabildiğince doğru ifade edebilmesi ve karşısındaki kişinin bu ifadeyi  upuygun bir şekilde soğurmasıdır. Sırf anlık pratik çıkarlarınız için yegane mutluluk kaynağınızdan vazgeçmeyiniz. Varsın yalancılar, anlık pratik çıkarlar sağlasınlar, siz tercihinizi, kendinizden yana yani bireysel mutluluğunuzdan yana kullanın! Kendinizi upuygun hatta ve hatta dosdoğru ifade edin..


12 Kasım 2014 Çarşamba

Yeniden doğuş..

Tarih boyunca ilahi hayat (ilahiyat) hep yeniden doğuş üzerine inşa edilmeye çalışılmıştır.  Sadece semavi dinlerde değil bütün inanışlarda bu kült en önemli yere konmuştur, inanç sistemlerinde. Hatta şu anda yeniden doğuş mitinin Anadolu’daki en önemli sembolü olan Tanrı Dionysos için yazılmış bir ilahiyi dinliyorum ve şiir kısmında Protogonon (iki kez doğan) sözü ve peşine gelen trigonon (üç kez-defalarca- doğan) sözleri yazıma ilham oluyor.

Ne diyordum yeniden doğuşun ilahiliği… Anka kuşu gibi küllerinden doğmak ya da Mesih İsa gibi bir gün yeniden dünyaya gelmek ya da Dionysos gibi Zeusun baldırında yeniden doğmak ya da Budizm’deki gibi bir farenin kanını ısıtmak için soluk almak ya da bütün semavi dinlerdeki gibi yaşama cennette yeniden gözlerini açmak…

Ne çok öykünmüşüz biz Ademoğulları yeniden dünyaya gelmeye, işlediğimiz bütün günahlardan arınıp tekrar bir bebek misali yaşama gözlerimizi açmaya. Oysa bunun tek koşulunun önce ölmek olduğunu hep unutmuşuz. Terminoloji ya da feylosof adları kullanılarak yazılan yazılardan hep tiksinmişimdir. Özellikle o değerli düşünce insanlarını kendi dev aynası olarak kullanan insanlar hep iğreti duygular yaratmıştır kalbimde… Haddi mi –ki benim bir haddim var mı onu henüz bilmiyorum- aşarak söyleyeyim bu dev aynası, fuarlardaki komikli aynaları çağrıştırmıştır her daim bana.  Ama bu yeniden doğuş mitinde aziz Nietzsche’nin adını anmak zorundayım. Ne anlatmıştı bize büyük düşünür? Tamamen kül olmazsa eğer bir ateş, o kordan yanan ateş yeni bir ateş olmaz, bir önceki ateşin devamı olur… Eğer ki yeniden doğmak bizler için bu kadar yüce ise –ki kurcalayın kalbinizi gerçekten yüce- önce, bir önceki ateş sönmeli, ölmeli insan en kestirmeden yeniden doğmak için…

O zaman idrak eder işte insan, ne kadar kutlu bir olaydır halen daha nefes alabiliyorken ölebilmek.. Ölürken çektiğin acıların bir anda anı olması, sanki başka bir ademoğlunun yaşadıklarıymışçasına onlara uzaktan bakabilmek ve dalga geçebilmek… Belki de doğanın biz insanlara verdiği yegane armağandır bu yeniden doğabilme kabiliyeti, belki de ölüm mefhumuna sahip tek canlı olan insanın en büyük erdemidir yeniden doğuş… Hele bir de bu yolculukta, bu ölüp yeniden dirilme yolculuğunda yani, bir rehberin varsa bir Nedret’in varsa.. Ne demişti şair? Böyle zamanlarda insan ağlamadan müzik dinleyemez….