18 Kasım 2016 Cuma

Derdin ne senin?


Yo hayır, hiçbir derdim yok deme sakın, şimdi git ta içeriye, kaburgalarının tam ortasında sola kayan o yerdeki sızıya, karnına oturan taşa sor bunu, hani bazen kelebeğe dönüşen bazen taşa dönüşen o şeye.

Sadece bir an sor derdim ne benim diye? Hani şair der ya mısralarında, o en güzel şair

Bilmem ki nasıl anlatsam;
Nasıl, nasıl, size derdimi!
Bir dert ki yürekler acısı,
Bir dert ki düşman başına.
Gönül yarası desem...
Değil!
Ekmek parası desem...
Değil!
Bir dert ki...
Dayanılır şey değil.

Senin bir derdin var ve bunun sebebi dışarıda değil o güzeller güzeli içeride, saklayamazsın benden, gözlerinden görebiliyorum, hareketlerinden, gülümsemenden, koltukların üzerinde dolanmandan, çiçeklere bakarken gözlerinin dolmasından ya da gece kan ter içinde kabuslardan uyanmandan ya da 100 dolara aldığın uyuşturucu paketlerinin arkasına saklanmandan ya da cinsel organını kestirip kendini sunmandan ya da gerilla olup dağlara çıkmandan, ya da... ya da  işte her neyse tüm işaretten anlarım ben bunu.

Git içeride bir yerlerde saklı o cevabı çıkart yüzeye. Hiç tasalanma nasıl anlatırım ben bunu sana diye, elbet anlatamayacaksın asla bunu bana; umma da zaten. Kimse kimseye anlatamaz. Ha anlatmak için bütün ömrünü harcar ancak yine anlatamaz. Bak o büyük ressamlara, mesela Picasso'ya o kadar tablo yapmış ama anlatamadığını düşünmüş ve yapmaya devam etmiş. Ya o kulaksız Hollandalı, bütün tablolarında anlatamamış da sonra gidip kesmiş kendi uzvunu göndermiş postayla, bak o şairlere, filozoflara, peygamberlere, bestecilere…. Bütün ömürlerini adamışlar o derdi anlatmak için başarılı olamamışlar, yok ki bunun yolu. Ne anlatmanın, ne de anlatmaktan vazgeçmenin bir yolu yok.

Sakın bir derdim yok deme kendine, sakın bir derdim yok diyerek gerçekten derdi olmayan insanların arasında kaybolmaya çalışma, ben görürüm seni, ben görmesen sen gelirsin bana, bir sürü işaret verirsin sırf göreyim anlayayım o anlatılmaz duyguyu diye.

Ben kim miyim? Şimdi başa dön ve benle senin yerlerini değiştir ve bu yazıyı kendi sesinden bana oku, söyle tüm cümlelerimi tekrar bana, sanki sen soruyormuşsun gibi sor hepsini bana.… İşte bu yüzden bokun sineği çekmesi gibi çekeriz biz birbirimizi.

Sakın dönme oraya, orada o derdi içine gömüp yaşayabileceğin bir yer yok, şimdi çık ve seleflerimizin yaptığını yap ve bir yolunu bul o derdi anlatmanın.

Yaz , çiz, vur , kır bir yolunu bul, en uygun yolu bulana kadar da denemekten vazgeçme sakın.


17 Kasım 2016 Perşembe

Toplum ne der ve sıradanlık üzerine


Ben: Delireceğim, nasıl göremezler? Toplum görüşü ister istemez, en tepedekinin ortalamaya kabul ettirdiği görüştür ve ortalamanın, ortalama kalması için vardır. Bacak arası ahlakı dediğin bundan başka bir şey değildir.
Toplumun görüşü her daim yanlıştır, yanlış çıkmıştır. Örneğin dünyanın bir tepsi şeklinde olduğu, sonrasında güneşin dünyanın etrafında döndüğü gibi gibi. sonsuz örnek var ortalamanın görüşünün yanlış olduğunu sonradan kabul ettiği.

Bilge Sosyolog: Ufaklık, verdiğin örnekler pozitif bilimler ve pozitif bilimlerde doğru sayılarla belirlenir, deneyle ispatlanır. Doğru tektir bu yüzden. Etik dediğinde, yani sosyal bilimlerin konularına girdiğinde iş değişir. Orada doğru ikna ile olur.  Sosyal bilimlerin tek doğrusu iknadır. Hangi davranış bizi mutlu eder sorusunun cevabı deneyle olmaz bu yüzden ikna etmelisin, bu alan görecelidir.
Seni üzmek istemem ama toplum görüşü ortalama için doğrudur, ortalama bununla hayatta kalır. Aklına hiç gelmiyor mu ortalamanın zaten ortalama kalmak istediği ve bu yüzden bunu yıkacak her şeye cansiperane bir şekilde karşı çıktığı?

Ben: Ah be sahil filozofu gelmiyor elbet de! Eğer bilirsem ben onun köleliğine âşık olduğunu, nasıl bir daha yüzüne bakabilirim dolmadan gözlerim?

*********************************************************************************

Köle ahlakı dediğimiz, aslında kölelerin köle kalmalarına tahammül edebilmeleri için kendilerine yukarıdan verilen sabit fikirden başka bir şey değildir. Köleler farkındadır uymak zorunda oldukları, uymak için kendilerini paraladıkları ahlak (bacak arası ahlakı) yapılarının onların sahipleri için geçerli olmadığını. Siz hiç güçlü insanların genel geçer ahlak kurallarına tabii olduklarını gördünüz mü? Ne kadar kolay benimsenir değil mi bu? Mesela sıradan bir köle, sahibinin metresi olmak için can atar ve bu noktada sahibine âşık bile olur, bu yüzden de kendisini ahlaksız hisseder ama sahibi onu metresi olarak kabul etse, bir an bile sorgulamaz adamın ahlakını.

Öte yandan beden hayatta kalmak ister, hayatta kalmanın tek yolu da bunca yıl sonra yani binyıllar sonunda toplum yaşamının devamlılığıyla mümkündür ancak, en azından köle böyle düşünür. Âdemin oğullar yerleşik hayata geçtiği andan itibaren birlikte yaşam koşullarını korudukları ölçüde hayatına devam edebilecek şekilde düzenlemiştir yaşamını. Görevi bu olan dışında, kimse ekmek yapmayı bilmez, dikiş dikmeyi bilen kişi, ekmek yapmayı bilen kişinin ona o ekmeği vermeye devam etmesini ister. O da buna karşılık toplumun ondan istediği sorumluluğu yerine getirir. Çok basit bir güdü: “ya hayatta kalamazsam”. Ya özgür olursam ve toplum beni istemezse?
İşte bu yüzden hayatta kalmayı garanti altına aldığı ölçüde insanlar toplum kurallarını kendi lehlerinde esnetebilirler, güç ve özgürlük özdeştir artık.

Ama Köle de bir yerde intikamını alır sahibinden, ona adab-ı muaşereti sunar altın tepside ve artık efendi de tutsaklaşmıştır.  Peki sorarım nerede bu özgürlük? Nereye sıçacak bu kadar köle?
Bizlerin ataları Âdem baba ve Havva anamıza yazdığım bir şikayet mektubum var, bir bir anlatıyorum yediğimiz naneleri. Oradan bir bölüm çok denk düşüyor (megalomani episode bilmem kaç)

Diyelim ki halen daha kölelik devam ediyor ve bizler köleler olarak hayatlarımıza devam ediyoruz, henüz daha köleliği anlatmadım değil mi sizlere? Kölelik Havva anacağım, bir insanın isteği dışında davranmaya bir başka kişi ya da kişilerce zorunlu tutulmasıdır. Yani bir kişinin özgür olmamasıdır, yani bedensel anlamdaki yaşamını başkasının isteklerine göre devam ettirmesidir. Farkındayım anacığım, Adem babam bunca sayfadır anlattıklarımdan sonra, bu tanıma, daha ziyade “diyelim ki halen daha kölelik devam ediyor” şeklinde giriş yapmama kıçıyla gülüyor yanında, haksız da sayılmaz hani, bütün bu tanımlara göre kölelik tüm şiddetiyle devam ediyor. Ama azcık sabır ve SAYGI lütfen daha sizlere iş hayatını anlatacağım, kapitalizmi anlatacağım vs.. ondan sonra diyeceksiniz ki yazık bu torunlarımıza, bunları doğuracağıma taş doğursaymışım, gün geçmiyor ki köleliklerine yeni bir tanım koymasınlar. Apriori  (velhasıl kelam), diyelim ki kölelik ortaçağlardaki tanımıyla devam ediyor. Yani insanların sanal değil de gerçek zincirlerle tutsak edildiği çağlarda yaşıyoruz. Gündüz çalıştıktan sonra gece köle palasa kapatıldık ve sahibimiz kapıyı kilitlemedi. İşte bizim günümüzdeki ahlak ya da daha Anna Freud’en adıyla adab-ı muaşeret, tam olarak bu şekilde anlaşılabilir. Kölepalas’taki sivri zekalı bizler, kilitlenmemiş kapı için hemen itiraza başlamalıyız sahiplerimize:
“Neden kapıyı kilitlemiyorsun!! Ya bizler kapı açık diye kaçmaya çalışırsak ve kölelikten kurtulursak? Ya özgür insanlar olarak hayatımıza devam etmek zorunda kalır ve mutsuz olursak? Burada ne güzel her şey tanımlı, hayatta kalmamızı sağlayacak kurallar belirlenmiş, kurallara uymak yetiyor bizlerin yaşamına devam etmesi için. Lütfen köleliğimize biraz saygı duyun!! Çok reca ediyorum hemen kilitleyin kapıları!!”
Adab-ı muaşeret veya bacakarası ahlakı insanların kendi üzerlerine kilitledikleri kapılar değil de nedir? Sorarım a dostlar sizlere!!
Ben, vakti zamanında solak bir kız çocuğunun çok elit(?) bir ailede yaşadığı için, çatalı sol eliyle bıçağı sağ eliyle tutmaya alıştığına şahit oldum, aynı şekilde dindar ailelerde solak çocukların zorla sağ elle kaşık tutmaya zorlanması gibi!! Çatal sol elle tutulur bıçak sağ elle, aynı şekilde kaşık sağ elde olmalıdır, buna diyecek bir şey yok, çünkü çok ergonomiktir. Ancak bu ergonomik alışkanlığın solaklar için eziyete dönüştürülmesi, kişinin kendisini zorla kilitli tutması değil midir? Daha ilginci de bu solak asi kız adabı muaşeret kurallarına uyuyor olmaktan gurur duyuyordu ve ailesine minnettardı!! Bir insana kendi çocuğuna eziyet ettirecek bu bakış nasıl içimize yerleşmiştir ? Hem de her sosyal sınıf ve her eğitim seviyesinin, kendisine göre, görece benzer eziyetler icat etmesinin altında yatan hangi akli ya da bedeni veyahut da ruhi unsurdur? Şimdi gidin varsıl modern bir aile bireyine, “yobazlar, solak çocukları günah diye sağ kaşık tutmaya zorluyorlar” şeklinde bir sohbet açın, size onların ne kadar ilkel ve akıldan yoksun insanlar olduğunu bütün samimiyetiyle savunacaktır. Ancak hemen bunun akabinde, ortama bir tavuk kanat söyleyin ve elinizle yemeye başlayın ve seyreyleyin komedyayı, ben denedim, çok komik oluyor....

Şimdi arkanıza yaslanıp unutun anahtarın zindanınızın kapısında asılı olduğunu, sakın çıkmayın oradan. Dışarısı güvenli değil, uyumaya devam edin. Örneğin gidip oy verin ki işin sonunda ortalamanın fikrinin kabul edileceği seçimde bir payınız olduğunu düşünün, ya da ortalamayı değiştirmeye çalışın, ortalamanın sizin görüşlerinizi benimsemesini umut edin de unutmadan Epikür’ü. “Eğer takipçileriniz olsun istiyorsanız takipçilerinize benzemek zorundasınız”

En kolayı da misal ruhunuzu satın köle kalabilmek için, ruhunuzun sizden istediği bir coşkunluk varsa gözyaşlarıyla bunu kalbinize gömün ve devam edin köle hayatınıza, haklısınız, eğer özgürleşirseniz bir daha ağlamadan bakamazsınız diğerlerinin yüzlerine. Ve kırıntısını gördüğünüz, âşık olduğunuz o özgür ruhun ölümüne her seferinde şahit olmak zorunda kalırsınız, bu da sizin lanetiniz olur.

Türkçede ne güzel zıt anlamlı kelimler vardır, örneğin “seçkin ve sıradan”
Sıradan: Sadece sırası geldiği için.
Seçkin : Fark edilen seçilen..
Sıranızın gelmesini bekleyin…..



*Schopenhauer'a saygılarımla

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Her gidiş yalnız başına olmalı.

İnsan ne kadar yüz çevirirse çevirsin, rehberi onu hiç bırakmazmış. Kendisinin en acı günü saydığı günün kutlu bir özgürlüğün başlangıcı olduğunu gösterirmiş.
Her gidiş yalnız olur bunu nasıl unutur insan ?














26 Temmuz 2016 Salı

Pege'nin düşü, Kumların kadını..

Uyanır uyanmaz telefonuna sarıldı, akşam yaşananlardan sonra hemen haberlere bakma isteğinin önüne geçilemezdi.  Neler neler yaşanmıştı gece. Polisle çatışanların sesleri , gaz kokusu, patlayan havai fişekler, çığlık atan genç kızlar ve bütün bunların arasında neden orada olduğunu bile hatırlamayan kendisi.

Evinde huzur içinde uyanması gerekmiyor muydu? Güvendeydi artık, güvenliği için içki içme özgürlüğünden bile vazgeçmeye karar vermemiş miydi gece en sonunda korkuyla? “Yeter artık” demişti, “Ne olacaksa olsun ben artık evime dönüyorum”. Son kurduğu cümle buydu oradan uzaklaşırken.  Şimdi evindeydi, kapı kilitli ve bütün tehlikelerden uzak.  Peki, neden kendisini güvende hissetmiyordu? Ya da şu an içindeki sıkıntının sebebi neydi?

Telefon elindeydi ve halen daha ekranına bakamamıştı. Güvenliğin ne olduğunu düşündü bu sırada. Sonra akşam tanıştığı o çokbilmiş avukat kızın ettiği bir laf geldi aklına : “Hukuk dediğimiz şey, güvenlikle özgürlük kutupları arasındaki yol rehberidir. Bedenimizin devamlılığı güvenliğimize, ruhumuzun devamlılığı da özgürlüğümüze bağlıdır. İşte hukuk beden ve ruh arasındaki bu dengeyi sağlamayı kendisine işgüzarca görev bilir”

Telefonu elinden fırlattı ve ağlamaya başladı. Ne olabilirdi ki akşam? Ne olmuş olabilirdi ki? Ruhunun içine hapsolduğu bedenini güvene taşımıştı gecenin sonunda bu yetmiyordu belli ki. Beden içinde taşıdığı ruh olmadan neye yarardı ki? İçinde bal olmayan bir bal peteği gibi kalakalmıştı evinde, korkusuna teşekkürü bir borç biliyordu şimdi, hem de cinsiyetçi küfürler barındıran bir teşekkürü. Türümüzü korkuya borçluysak eğer, sadece korkaklar devam ettirmiş olmuyor muydu insanlığı? Şimdi evinde ve güvendeydi ha?  Şu an nerede olmak isterdi?

Tam o anda Niki geldi aklına, hani şu böcek toplamak için gezinirken kendisini kumdan bir mezarlığa hem de bir kadının yanına hapsolmuş halde bulan öğretmen Cumpei Niki.

Kütüphanesine koştu. Kütüphane karmakarışıktı. Yine biri karıştırmış ve kitapları alelade dizmişti. Kendisinden başka kim vardı evde? Biri daha işte, sadece bu. Güvenliğinin teminatı biri daha.  Sol köşede, romanların bulunduğu yerde duruyordu kitabı, neden roman muamelesi yapılıyor bu kitaba? “Çünkü roman” diye gülümsedi, kalktığında beri ilk kez gülümsemişti,. Sonunda  elinde aldı kitabı, “Abe Kobo- Kumların Kadını”

Hevesle sayfaları çevirmeye başladı, bugün kendisini güvende hissetmeyebilirdi, ya Niki o güvende miydi?
Bilen bilir, öğretmen Niki, böcek koleksiyonuna yeni türler toplamak için evinden uzaklara kısa bir yolculuğa çıkar. Bu kadar basit ve çokları için gereksiz bir yolculuk sonunda başına gelenlerse, Kafka’nın şatosundan bile yoğun bir açık hava kötülük zindanına sürükler onu.
Niki sahile varmış, malzemelerini hazırlayıp araştırmasına başlamıştı bile. Kendisini peşinden sürükleyen, daha önce hiç rastlamadığı o yeni tür böcekle henüz karşılaşmış ve elinden kaçırıvermişti ki bir kadın belirdi karşısında, Kum yığının arkasından çıkagelmişti genç kadın. İlk bakışta, üzerindeki giysilerden ve ezberlediği aşikâr davranışlarından oralı olduğu belli olan, gözlerindeki ifadeye derinlemesine bakıldığında ise hiçbir zaman oraya ait olmadığı ve olamayacağını gördüğü kadın dikildi karşısında.

“Seni takip ediyorlar” dedi genç kız

Niki şaşkınlıkla “Merhaba” diyebildi ancak. Tam bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu ki kız tekrarladı.
“Duymadın mı? Seni takip ediyorlar dedim”

Niki boğazını temizledi, elindeki böcek ağına gözlerini dikip cevap verdi.
“Kim beni neden takip etsin ki? Siz kimsiniz?”

Pege, siz kimsiniz sorusunu duymazdan geldi
“Köydekiler. Geldiğin andan beri seni takip ediyorlar ve sana hiç aklının alamayacağı kötülükler yapar onlar. Bir an önce dönmelisin”

Adam bir yandan ürperti öte yandan acıma hissiyle bakıyordu bu genç meczuba. Kırmak istemedi kadını, hoşlanmıştı aslında tavırlarından, hatta etkilenmişti kızın heyecanından. Kırmak istemedi ve inanmış gibi yaptı anlattıklarına

“Uyarılarınız için minnettarım, çok dikkatli olacağım şu andan itibaren. Siz geldiğiniz sırada daha önce hiç görmediğim bir türe rastlamıştım. Tam da bu hafta sonunun nasıl da güzel hediyeler verdiğini….”
“Neden anlamak istemiyorsunuz? Size çok büyük fenalıklar edecekler” diye bağırdı Pege. Pek tahammülü kalmamıştı bu alık adama. Aptal mıydı? Bir böcek için atıldığı şu eziyet yetmezmiş gibi karşısına onu uyaracak bir kadın çıkıyor ve o hala böcek diyor.

“Hanın efendi sakin olun lütfen” diye kekeleyebildi sadece Niki. Uzun bir sessizlikten sonra elindeki ağı sallayarak devam etti konuşmasına
“Bu böceği yakalayıp döneceğim söz veriyorum. Aslında daha çok kalacaktım buralarda ama uyarınız sayesinde sadece bu yeni türü alıp gideceğim. Şimdi sizinle vedalaşalım isterseniz. Hayatım boyunca minnettar kalacağım uyarılarınıza”

Pege hazırlıklıydı aslında bu duruma. Küçük koleksiyoncuların ne kadar inatçı olduklarını biliyordu. Adamın yanına gelmeden önce hayal dünyası süper güçlerini de kullanıp, peşinde olduğu türün aynısından bir tane yakalamış ve bir kavanoza hapsetmişti. Çantasına yöneldi ve çıkartıp adama uzattı o mücevher değerindeki cam fanusu.

Niki dehşete düştü bu sürpriz karşısında. Pege’nin elinden kavanozu aldı ve yere fırlattı. Kumların üzerine düştüğü için kırılmadı ilkin. Pege şaşkındı, kırılmayan kavanozun içindeki böcek şaşkındı bir tek Niki serin kanlılıkla hareket ediyordu. Yere eğildi, yavaşça kavanozun kapağını açtı ve sersemlemiş böceğin dışarı çıkması için dibine vurdu. Pege’ye döndü, ilk kez gözlerinin içine bakıyordu.
Pege bu ifadeyi biliyordu, her gün aynada gördüğü ifadeydi bu. Öfke, acıma ve sevginin karışımı olan bakışlar.

“Tekrar teşekkür ederim küçük hanım, yo hayır sözümü kesmeyin. Yanınızda aradığım böceği getirmeniz artık durumun ciddiyetini anlamama yetti. Beni saf bulmuş olmalısınız bu durumda. Ancak size şunu söylemeliyim. Eğer sonunda öleceksem de, beni bekleyen yakınlarımı yüz üstü bırakacaksam da ki pek kalabalık değillerdir hani, ömrüm boyunca sizi dinleyip geri dönmediğim için pişman olacaksam da, ben o böceğin peşinden gidiyorum. Siz benim böceği yakalamış olmanın değil böceği yakalıyor olmanın peşinde olduğumu anlamadınız. Ben bugün o böceğin peşinden gitmezsem, kaderimi değiştirmiş olacağım ve sizin bana sağlayacğaınız güvenli gelecektense o böceğin önüme sereceği yarını tercih etmek zorundayım.”

Pege düşünden uyandığında düşünüyordu sadece, neden 2 dakika daha uzatamamıştı rüyasını ?  Neden Niki’nin elinden tutup onunla birlikte koşamamıştı o böceğin peşinden? Kumların arasında hapsolsa ne değişirdi ki? Şimdi ruhunun hapisanesi bedeninde olduğundan daha mı zordu kumdan bir zindanda yaşamak?
Pege doğruldu, banyoya yöneldi. Sonra vazgeçti. Telefonunu eline alıp akşam neler yaşandığını okudu. Çok kötü şeyler de yaşanmamıştı hani, zaten en kötü ne olabilirdi ki?









7 Şubat 2016 Pazar

kötülük nedir?


Kötülük vardır ve farklı dışavurumlarda şekillenir. Mesela oldukça insani ve saf olan bir kötülük modeli vardır, bencilce, anlık kişisel fayda uğruna, diğer varoluşlarla aslında “bir” olduğunu idrak edememenin verdiği neredeyse haince ve ahmakça bir kötülük.  Cinayet, tecavüz, hırsızlık, gasp daha sayamayacağımız neredeyse sonsuz sayıda “kötü-bencil” davranış modeli ve hepsi de adice, sefil ve mide bulandırıcı.

Bir başka kötülük modeli daha vardır ki bu Goethe’nin Faust’unda oldukça açık bir şekilde dile getirilmiştir, şeytani kötülük, yüce kötülük. Hani Dante’ye cehennemin kapısına “Beni ilk sevgi yarattı” yazdıran o muhteşem kötülük var ya işte tam olarak o.
İnsani ve şeytani olanı belirleyen nedir?

Ne yazık ki hiç istemesem de siz okurları teolojiye bir sokup çıkartmak durumundayım. Öyle uzun boylu değil, Hristiyanlık havuzunda bir boy verip çıkacağız. Kierkegaard bu sularda uzunca süre yüzdü ve İbrahim hikayesinden, korku ve kaygı ayrımlarına kadar bir çok konuyu bizlerin gözlerin gözlerine sokuverdi ve hepimiz birden “acımadı ki acımadı ki” diye ortalıkta şen kahkahalar attık.

Kirkor usta ısrarla söylüyordu, günah bedendedir, günah bedenin istekleridir, günah  Rab’ın İsa’nın bedeninde bizlere seslenmesiyle başlamıştır diye. Yok hayır, günah, Rab'ın Ademi yaratmasıyla başlamıştır, yok o da değil, günah ilk elma ile inmiştir yeryüzüne. Ama günahın bedenselliğine en güzel gösterge, kutsal bir ruhtan ibaret olan Rab'ın kendini insan bedenine yani İsa'nın bedenine sokarak tüm bedenlerin cezasını çekmesidir. Bizim klasik anlamda bildiğimiz günah işte bu bedenselliğin verdiği isteklere, diğer bedenleri alt ederek ulaşma çabasıdır, günah değildir aslında adice yapılanlar, sadece yasa dışıdır. Buna tanrının yasası dersek, yani insanların uymasını istediğimiz kuralları daha büyük bir “olaya” bağlamak istersek –ki özellikle olay kelimesini kullandım, ben de eski yunan bilgesi gibi yaşanan her şeyin tek bir olay olduğuna inanıyorum- o zaman tanrı yasası der kurtuluruz. Dilerseniz evrim yasası deyiverin buna, evrimimiz bizim sosyal bir yaşam sürmemizi öngörüyor ve bu sosyal yaşamı bozan davranışlar evrimimize terstir, günahtır. Haydi ateistleri kızdırmayalım, evrime ters olan olaylara günah demeyelim, türün devamlılığını tehdit eden hareketlerdir diyelim.  Gerçi soyunun devam etmesi türümüzü tehlikeye sokacak bir arkadaşımın karısından çocuk peydahlamam biyolojik olarak evrimin gerekliliği iken, toplumsal olarak türümüzü tehdit ettiğinden, evrime ters midir değil midir? En güzel soru tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. Evrimin bir parçası olan yani doğanın bir parçası olan insan, hangi davranışıyla doğa dışı olabilir? 
Bunlar hep tartışma konuları çünkü tek bir gerçeğin olmadığı dünyada yaşıyoruz, ama bunu algılamamız biraz sürecek ve bu “biraz” da vicdanlarımız bizi yiyip bitirecek.

İster teoloji penceresinden bakalım, ister materyalist görüşlerle, her daim toplum yaşamını tehdit eden ve bu tehdidin temel sebebi bireysel çıkarlar olan durumlara kötülük denmiştir. İşte bu insani yani bedensel kötülüktür.  Ben bu kötülüğün tekerine çomak bile sokmam, bırakın Marks uğraşsın bununla. Marks’ın bolluk teoremi gerçekleştiğinde bu kötülük zaten kendiliğinden ortadan kalkacak değil mi? Ya da Freud’a göre insanları adab-ı muaşeretle yoğurursak bu kötülük kendiliğinden bitecek. Olmadı cehenneme inancı sağlarsak kimsenin başka birisinin karısına göz dikmeye götü yemeyecek, boru mu sonsuza kadar yanacaksın. Siz insani kötülüğü alt etmeye çalışadurun, şeytani kötülükle biz uğraşırız.

İnsani kötülük, insan oğlu mevcut yaşam formunda kaldığı sürece devam edecek ve bizler hep ona tiksintiyle bakacağız. Bu asla bitmeyecek neden mi ? Çünkü toplum yaşamı için her gün yeni bir kural eklenecek ve her yeni kural ona alışılana kadar çiğnenecek. Örneğin tecavüz konusunu ele alalım. Daha birkaç bin yıl geçti, bir erkeğin, bir kadınla, onun rızası dışında cinsel ilişki kurmasının kötülük olarak algılanmasında. Daha 50 bin yıl önce türümüzü tecavüzle devam ettiriyorduk. İşte bu şekilde her yeni yasa ve kötülük tanımı çok uzun süre ihlal edilmeye devam edecek. İhlaller bittiğinde yeni yasa gelecek ve o da ihlal edilecek. Bu bedenin isteklerinin, toplum yaşamının gereklilikleriyle çakışmasından kaynaklı “kötülük” kavramını geçelim. Paradoksal bir sorun var burada ve çözümlenemez.

Ama şeytani kötülük, işte o kötülük alt edilebilir, sadece birazcık akıl ve yukarıdan bir bakış gereklidir.
Nedir şeytani kötülük olarak adlandırdığım. Çüş Ali! Sanki sen adlandırdın bunu!
Goethe Faust’u yazarken, tam da ruhunu şeytana satan bir adamın öyküsünü yazdığı bir eserde bu kötülüğü tanımlamışken, bir de tutmuş bunu kendin adlandırmış gibi sayıyorsun?  

Neydi peki Faust’u bu kadar kötü yapan? Bakınız medeniyetimizi kurmaya çalışan o iyilik neferi insanların var mı bir farkları Faust’dan? O sadece medeniyeti kurmaya çalışıyordu. Muhteşem bir liman kent kuracaktı ve bunu insanlığın ilerlemesi için yapacaktı ama orada mutlu mesut yaşayan yaşlı bir çift bu muhteşem medeniyeti bozuyordu. Basit engellerdi onlar.

İşte şeytani kötülük budur dostlarım, şeytani kötülük kendince yüce bir amaca giderken, sadece bir idea uğruna insanların bireysel mutluluklarını linç etmektir, hem de bunu görmeye cesaret bile edemeden! Faust şöyle bir emir vermişti liman kentinin kurulmasını engelleyen mutlu yaşlıları oradan çıkartmasını istediği adamlarına. “Onları oradan çıkartın ama nasıl olduğunu bilmek istemiyorum”. Öldürülerek çıkartıldıklarını duyduklarında, işte o anda şeytanın ne olduğunu anlamıştı ama iş işten geçmişti.

Bu şeytanın sesidir güzel okur, bu şeytanın kötülüğüdür. 
Hani soğukta apartmanınızın kapısını kapatırken aklınızın bir ucundan oraya girme ihtimali olan kediler geçiyor ve yine de o kapıyı kapatıyorsunuz ya apartmanınızın medeniyetini korumak için, işte orda Mephisto’nun sözünü dinliyorsunuz! Hani biliyorsunuz ya ülkenin bir yerlerinde çocuklar katlediliyor ve siz yine de size bunun olduğunu gizleyen haber kaynaklarını seyretmeyi yeğliyorsunuz, işte bu şeytanın sizin ruhunuza hükmüdür ve bu kötülük aşılabilir. 

Bu kötülük paradoksal değildir, aklidir! Kafanızı çevirdiğiniz zaman kötülüklerin bitmeyeceğini, kafanızı çevirmenizden dolayı daha da artacağını bilmenize rağmen o kafanızı başka yöne çeviriyorsunuz ya işte o anda ruhunuzu şeytana satmış oluyorsunuz!

Pege'nin düşü


Bütün gece hayaller kuruyordu genç kadın, zamandan ve mekândan bağımsız hayaller. İnsan kendisini hayallerde temize çıkartabilir mi? İnsanın herhangi bir hareketini temize çıkartması gerekir mi?
Yaşamda bir sorunumuzun konusu ahlak olunca bunların hepsine verilecek cevap evetti! Ahlak derken, öyle varoluşunu bacakların arasında geçenlere bağlayan ahlak değil bahsi geçen, insanların hislerini önemseme üzerine kurulu olan ahlak. İşte o zaman kendini aklamak için derinlerde, önce tüm insanlığı değiştirmeli kişi,işte şimdi ahlak karşısında dik durabilir.

Sadece hislerin olduğu hayaller kurabiliyordu kızımız, onun ötesine geçme çabasının bile yerinin olmadığı hayaller. Bir sonsuz hayal deniziydi onunki, bir şamandıra yeterdi hayalinin başlaması için, bir nirengiydi aradığı tek şey aklının.

Neydi en eski ve en acı aşk hikayesi? Neydi bir insanın, bir çiftin, bir gecede yaşayabileceği en büyük acı? Eğer Oidipus’un ve Iokaste’nin acısı dinmeyecek ise, kendi umutlarının ne anlamı olabilirdi?

Kral Oidipus az önce biricik karısının aslında annesi, canından çok sevdiği çocuklarının aynı zamanda kardeşleri olduğunu öğrenmiş bir insan ne halde olabilirse, işte öyle giriyordu kraliçe Iokaste’nin odasına. Buraya kadar tüm yaşananları öyle ya da böyle kabul edebiliyordu genç kadınımız ama bir şekilde bu hikayenin içine girmek istiyordu, değiştirmesi gereken şeyler vardı. En başta o küstah Freud’a malzeme olacak bir öykü değildi bu yaşananlar, bir teorinin nesnesi olamazdı bu kadar derin hüzün.  Bir anda asıl can alıcı noktayı fark etti öyküde, işte bir şeyleri değiştirmeye buradan başlayabilirdi.

Oidipus bu kadar büyük bir ahlaksızlığın tam orta yerinde kaldığını öğrendiğinde öfke ve hüzünden bitap halde Iokaste’nin odasına koşturmuştu. Ama onu kendini asmış bulunca, işte o an aslında bir insanın kendisine fiziksel olarak yapabileceği en büyük işkenceye başvurmuştu. Bir insana hangi acı, toplu iğneyle kendi gözlerini oydurabilirdi? Sevdiği kadının kendisi yüzünden, canına kıymasından daha büyük bir acı olabilir miydi? O zaman değişim buradan başlamalıydı.

O zaman Kral Oidipus trajedisinin sonu tekrar yazılsın..

Oidipus yüzünde büyük bir dehşetle kraliçenin odasına girer, tüm duyduklarını ve bunların içinde oluşturduğu üzüntüyü bir de biricik aşkının gözlerine bakarak yaşamak istiyordur. İçeri girdiğinde kraliçesini, ağlamaktan göz pınarları kurumuş halde evlatlığı Pege’yi dinlerken bulur. Iokaste’nin yüzünde acı görülmektedir görülmesine ama bir yandan da akıl almaz bir sakinlik vardır. Oidipus  soran gözlerle anlatmaya başlar.

Oidipus: Ah benim biricik karım, sadece çocuklarımın annesiydin sen, krallığımın varislerinin annesi, oysa ki annesi olduğun varis benmişim. Nasıl olur bütün bunlar? Nasıl olur da tanrılar, bir an olsun bu büyük kötülüğü yaşamamıza engel olmak istemediler? Nasıl olur da ben seni karım olarak bu kadar severken, şimdi bir de annem olarak bağrıma basacağım?

Iokaste :  Kralımız, kahramanım, biricik eşim Oidipus, sen gelmeden az önce ben de bu büyük acıyla yoğurulmuştum.  Bu acıya nasıl dayanılır bilemez bir halde kendi canıma kıymaktan başka yol bulamıyordum. Ben nasıl senin yüzüne bakacaktım, nasıl diğer evlatlarıma analık yapacaktım bundan sonra? Ve nasıl Thebai halkına kraliçeliğe devam edecektim? Çıkar yol yoktu ve tam kendimi asıyordum ki evlatlığım Pege yetişti ve onu dinlemem için yalvardı bana. Sadece biraz dinlememin yeteceğini, sonrasında nasıl olsa yine kendimi öldürebileceğimi söyledi ve ben de öyle yaptım. Gördüğün gibi, bu küçük kızın bildikleri sayesinde şimdi tekrar yaşama tutunuyorum.

Oidipus: Nedir anlattıkları, ben bir Kral olarak bile dehşete düşerken, nasıl olur da bu küçük kızın aklına inanarak yaşama tutunmayı başarabildin? Pege, kızım sen anlat bana, nasıl dayanılır bu büyük acıya, her şeyi bilirken.

Pege’yi tanımış olmalısınız bizim hayalperest kızımız. İokaste’nin yerinde olsa bırakın kendisini asmayı, yaşamaya devam edecek gücü bile bulamayacak kızımız şimdi bu büyük öyküdeki hüznü yok eden kahraman oluveriyordu.
Pege anlatmaya başladı.

Pege :  Büyük kralımız biliyorsunuz ben Acem esirlerden birinin kızıyım ve yüce İokaste’nin beni himayesine alması sayesinde sizlerin gelenekleriyle büyüdüm. Ancak annem, aslımı unutmayayım diye biz Zerduştların gelenek ve göreneklerini de anlatmıştı. Bizlerin de büyük büyük krallarımız vardı tıpkı sizler gibi ve bugün yaşadıklarınız bizlerin hikayelerinde hep geçerdi.
Yüce kralım, eğer sizler bizim topraklarımızda yaşıyor olsaydınız, dışarıdaki kalabalık halkınız, yaşadığınız bu tesadüfi mucizeyi kutlamak için hazırlıklara başlamıştı bile. Çünkü bizlerde en büyük yücelik, bir kralın dul karısını, o kadının çocuklarından birinin eş olarak almasıdır.

Bu sözleri duyan Oidipus’un hissettiği ilk şey hafiflemeydi. Bir yerlerde, başka insanlar onları yüce bile görüyordu. Bu yaşananları, bütün kötülüklerin merkezi olarak değil de, tanrının bir emri olarak kabullenmişlerdi. Hangisinin doğru olduğunu kim bilebilirdi ki?

Oidipus’u ve sevgili karısını başka zorluklar bekliyordu artık. Dışarıdaki halka bunu anlatamazlardı, kendi tanrılarına değil de kara tenli acem tanrılarına bakarak akladıklarını ruhlarını, nasıl söyleyebilirlerdi? Hades bilmiyor muydu bunu? Hades’in yanına gideceklerdi eninde sonunda o zaman ona anlatabilirlerdi neden yaşama devam ettiklerini.

Bir yandan da geçmişlerini değiştiremezlerdi, mesela İokaste daha bebekken ölüme terk etmemiş miydi evladını, Oidipus’unu? Ama olsun, yaşamaya değerdi, çünkü bu küçük acem kızı bir neden vermişti onlara. O zaman elinden tutarak birbirlerinin, gizlice Thebai’yi terketmek üzere yola koyuldular.


16 Ocak 2016 Cumartesi

Bana bir neden verin dünyayı değiştireyim

Düşünce yapımızda çok temel bir sakatlık var. "Önce nedenler gelir ve sonrasında bu nedenler bir olaya sebebiyet verir". Bu düşünce yapısı yani bu determinist akıl, aydınlanmanın ve diyalektigin yegane yapi taşı oldu; yüzyıllar öncesinden günümüze.
Oysa biz bir olayı yaşarız, sonrasında o olayın nedenlerini anlamaya çalışırız bu da demek oluyor ki nedenleri olaydan hemen sonra düşünmeye başlarız. Ve bu durumda da geriye,  yani olayın öncesine döneriz.  Oysa geri dönüş diye birşey olamaz. Nedenleri düşünme eylemi aslolandir, nedenlerin kendisi değil ve bu aslolan yani düşünmek de cok açık seçik olaydan sonradır.
Özellikle tinsel konularda mesela aşk meselesinde (aşka da mesele dedik hadi hayırlısı) bu tersyüz çok daha açık eder kendisini.  Birine neden aşık olduğumuzu hiç bir zaman bilemeyiz,  önce aşık olur sonrasında bunun nedenleri yaratılmaya başlanır,  sirf akıl rahat etsin diye. Bir olay sonsuz parametrenin birleşimi sonucu ortaya çıkar. Kadim zamandan günümüze  gelen tüm olaylardan sadece bir tanesi bile değişse, bu aşk hissi oluşamayacaktır. Yani bir aşkın nedeni varsa eğer, işte bu sonsuzda aranmalıdır,  bir anlamda tanimsizdir. Bizim nedenleri bulurken yaptigimiz en fazla,  bu sonsuzlugun içinden en belirgin olanları ayıklamak olabilir ki zaten bu ayıklama işlemini de yine aşık olduktan sonra yaptığımızdan zamansal olarak yine aşktan sonra gelir.
Bir idrak edebilsek nedenselligin aklın bir oyunu olduğunu,  zaman algimizin katı bilimselligin altında ezildiğini, iste o zaman özgür kalacağız ve hislerimize neden aramaktan vazgeçip onların hükmüne gireceğiz.

14 Ocak 2016 Perşembe

cehalet-John Lock kan ağlıyor...

İnsanların genelde birkaç yüz kelimeyle yaşamlarını devam ettirdikleri söylenir. Söylenir derken, öyle kahvehanede okey oynayan işsiz güçsüz insanlar söylemez bunu, baya baya entelektüel camialarda ve de filoloji araştırmalarına atıfta bulunarak söylenir.

Bu cümleyi öncelikle günlük yaşamımızda ne kadar az kelimeye ihtiyacımız olduğu önermesine bir veri olarak sunarlar. Yani günlük yaşamımızı ne kadar az duyguyla geçirdiğimizin ve de ne kadar az farklı duyguyla karşılaştığımızın bir perspektifidir. Daha derinde ise, insanların dille ifadeye ne kadar az değer verdiğini daha doğrusu bu cahil ademoğullarının dille ifadede ne kadar aciz kaldığını serimlemek için kullanılır bu deneysel bilgi.  

Haydi, lafı dolandırmaya biraz daha devam edelim. “Gel, git, al, ver , yesene, içemem, vb...” kelimeleri gibi normal yaşamımızı devam ettiren kelimelerden ziyade, duygu ya da fikir tanımı yapmak için kullanılan kavramsal kelimeler bir çoklarının ağzından bir ömür hiç çıkmaz bile. Kimse ikircikli bir durumda kalmadığından mı “ikircik” kullanılmaz ya da efendime söyleyeyim, kimsenin “müphem” bir davranışa maruz kaldığı durumlar da mı olmaz? İşte bazı kelimeler belirli entelektüel birikimin dışındaki çevreler tarafından kullanılmaz, yok yok yumuşatmaya gerek yok, kullanılamaz, had sınır konuları bunlar hep.

Bütün bunları “cehalet” kelimesinin tanımını yeniden yapacağım bu yazıya etkili bir giriş yapmak için anlattım. “İşte bu kavramsal kelimeleri bilmedikleri için kullanamayan kişilere cahil denir, çünkü onlar kitap okumaz” gibi basit bir çıkarım değil elbet yapacağım, hatta bu anlattıklarımın cehaletin tanımıyla uzaktan yakından ilgisi bile yok. 

Benim özellikle dikkatimi çeken nokta, aslında müphem, ikircik ya da kinaye gibi günlük kullanımda insanların nadiren kullanacağı yapıda bir kelime olan “cehalet” nedense en az “gel, git, ver, al” kadar yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Ne menem bir şeydir bu cehalet? Nasıl olur da herkes ama herkes birbirini cahillikle suçlayabilecek cüreti kendinde bulabilmektedir? Bir insan başka bir insana cahil diyebiliyorsa nasıl olur da cahil dediği insan tarafından yine cahil ilan edilebilir? Aslında böyle bir şey bir noktada mümkündür o nokta da dürüstlük ve iyi niyettir. İki tane cahil ama iç görü sahibi insan “Efenim siz de çok cahilsiniz ama tıpkı benim gibi” diyebilir. Ama burada bahsettiğimin hiç de bu olmadığını biliyorsunuz. Hadi o zaman şu cehaletin tanımını bir kez daha yapalım!

Size bir sır vereyim mi? Son 100 yılda belki de en büyük devrim iletişim ve bilgiye erişimde yaşandı (ama ne sır). Elbet atomu parçaladık ya da Ay’a ayak bastık (sanırım) ve bir bombayla yüz binleri öldürebildik. Bütün bu mekanik gelişmeler birer devrimse eğer bir insanın çektiği bir fotoğrafın saniyeler içinde dünyanın herhangi bir yerinden görüntülenebilmesi sanırım bir big bang olmalı!

Düştüğümüz asıl yanılgı da cehalet kavramını 20. yy’a kadar olan teorilerle anlamaya çalışmamız. Günümüze kadar olan süreçte bilgi ve bilgiye erişim ters açıdan bakıldığındaysa, bilgiye erişimin önlenmesi cehaletin ana nedenleriydi. Cahil insan bilgisiz insandı, bu en temel ve en uygun tanımdı.  Sonrasında gelişen teknolojiyle birlikte bilgiye erişim kolaylaşmaya başladı. Zaten bu yüzden çağımıza iletişim çağrı da deniyor.

 İktidar sahipleri bilginin bu kadar çabuk yayılmasını, yalan üzerine kurulu sistemlerine bir tehdit olarak gördüler ve tüm yaşamlarımızı kökünden değiştirecek hatta insanların birbirlerini anlamasını bütünüyle önleyecek o kahrolası hileye başvurdular.

“Bilgiye erişimi kesemiyorsan, bilgiyi kirlet ve insanlara ulaştığında artık bir anlamı olmayacak hale gelsin”

Artık cahil kelimesinin anlamı bilgi eksikliği olan insan değil, özellikle çarpıtılmış bilgiye sahip olan insan anlamına gelmektedir. Bu nedenle de cahil hiçbir zaman cehaletinin farkında olamayacak bu da ona had(sınır, limit) bilmezlik zırhı giydirecektir. Şimdi artık cahiller bilgisiz insanlar değillerdir aksine oldukça bilgililerdir ama bilgilerinin büyük bir kısmı özellikle çarpıtılmış bilgilerdir. Bu durumda sizler onların (ya da onlar sizlerin artık hanginizde daha fazla kirletilmiş bilgi varsa) cahilliklerini aşmalarına yardımcı olmaya çabaladıkça onlar da sizlere başka başka cehaletlerini sunacaklardır. Sizler artık boş bir kaba su koyma gayesinde hayırsever değil, içi zehir dolu bir bardağın zehir miktarını seyreltmeye çalışan hayalperest olacaksınız.