18 Kasım 2016 Cuma

Derdin ne senin?


Yo hayır, hiçbir derdim yok deme sakın, şimdi git ta içeriye, kaburgalarının tam ortasında sola kayan o yerdeki sızıya, karnına oturan taşa sor bunu, hani bazen kelebeğe dönüşen bazen taşa dönüşen o şeye.

Sadece bir an sor derdim ne benim diye? Hani şair der ya mısralarında, o en güzel şair

Bilmem ki nasıl anlatsam;
Nasıl, nasıl, size derdimi!
Bir dert ki yürekler acısı,
Bir dert ki düşman başına.
Gönül yarası desem...
Değil!
Ekmek parası desem...
Değil!
Bir dert ki...
Dayanılır şey değil.

Senin bir derdin var ve bunun sebebi dışarıda değil o güzeller güzeli içeride, saklayamazsın benden, gözlerinden görebiliyorum, hareketlerinden, gülümsemenden, koltukların üzerinde dolanmandan, çiçeklere bakarken gözlerinin dolmasından ya da gece kan ter içinde kabuslardan uyanmandan ya da 100 dolara aldığın uyuşturucu paketlerinin arkasına saklanmandan ya da cinsel organını kestirip kendini sunmandan ya da gerilla olup dağlara çıkmandan, ya da... ya da  işte her neyse tüm işaretten anlarım ben bunu.

Git içeride bir yerlerde saklı o cevabı çıkart yüzeye. Hiç tasalanma nasıl anlatırım ben bunu sana diye, elbet anlatamayacaksın asla bunu bana; umma da zaten. Kimse kimseye anlatamaz. Ha anlatmak için bütün ömrünü harcar ancak yine anlatamaz. Bak o büyük ressamlara, mesela Picasso'ya o kadar tablo yapmış ama anlatamadığını düşünmüş ve yapmaya devam etmiş. Ya o kulaksız Hollandalı, bütün tablolarında anlatamamış da sonra gidip kesmiş kendi uzvunu göndermiş postayla, bak o şairlere, filozoflara, peygamberlere, bestecilere…. Bütün ömürlerini adamışlar o derdi anlatmak için başarılı olamamışlar, yok ki bunun yolu. Ne anlatmanın, ne de anlatmaktan vazgeçmenin bir yolu yok.

Sakın bir derdim yok deme kendine, sakın bir derdim yok diyerek gerçekten derdi olmayan insanların arasında kaybolmaya çalışma, ben görürüm seni, ben görmesen sen gelirsin bana, bir sürü işaret verirsin sırf göreyim anlayayım o anlatılmaz duyguyu diye.

Ben kim miyim? Şimdi başa dön ve benle senin yerlerini değiştir ve bu yazıyı kendi sesinden bana oku, söyle tüm cümlelerimi tekrar bana, sanki sen soruyormuşsun gibi sor hepsini bana.… İşte bu yüzden bokun sineği çekmesi gibi çekeriz biz birbirimizi.

Sakın dönme oraya, orada o derdi içine gömüp yaşayabileceğin bir yer yok, şimdi çık ve seleflerimizin yaptığını yap ve bir yolunu bul o derdi anlatmanın.

Yaz , çiz, vur , kır bir yolunu bul, en uygun yolu bulana kadar da denemekten vazgeçme sakın.


17 Kasım 2016 Perşembe

Toplum ne der ve sıradanlık üzerine


Ben: Delireceğim, nasıl göremezler? Toplum görüşü ister istemez, en tepedekinin ortalamaya kabul ettirdiği görüştür ve ortalamanın, ortalama kalması için vardır. Bacak arası ahlakı dediğin bundan başka bir şey değildir.
Toplumun görüşü her daim yanlıştır, yanlış çıkmıştır. Örneğin dünyanın bir tepsi şeklinde olduğu, sonrasında güneşin dünyanın etrafında döndüğü gibi gibi. sonsuz örnek var ortalamanın görüşünün yanlış olduğunu sonradan kabul ettiği.

Bilge Sosyolog: Ufaklık, verdiğin örnekler pozitif bilimler ve pozitif bilimlerde doğru sayılarla belirlenir, deneyle ispatlanır. Doğru tektir bu yüzden. Etik dediğinde, yani sosyal bilimlerin konularına girdiğinde iş değişir. Orada doğru ikna ile olur.  Sosyal bilimlerin tek doğrusu iknadır. Hangi davranış bizi mutlu eder sorusunun cevabı deneyle olmaz bu yüzden ikna etmelisin, bu alan görecelidir.
Seni üzmek istemem ama toplum görüşü ortalama için doğrudur, ortalama bununla hayatta kalır. Aklına hiç gelmiyor mu ortalamanın zaten ortalama kalmak istediği ve bu yüzden bunu yıkacak her şeye cansiperane bir şekilde karşı çıktığı?

Ben: Ah be sahil filozofu gelmiyor elbet de! Eğer bilirsem ben onun köleliğine âşık olduğunu, nasıl bir daha yüzüne bakabilirim dolmadan gözlerim?

*********************************************************************************

Köle ahlakı dediğimiz, aslında kölelerin köle kalmalarına tahammül edebilmeleri için kendilerine yukarıdan verilen sabit fikirden başka bir şey değildir. Köleler farkındadır uymak zorunda oldukları, uymak için kendilerini paraladıkları ahlak (bacak arası ahlakı) yapılarının onların sahipleri için geçerli olmadığını. Siz hiç güçlü insanların genel geçer ahlak kurallarına tabii olduklarını gördünüz mü? Ne kadar kolay benimsenir değil mi bu? Mesela sıradan bir köle, sahibinin metresi olmak için can atar ve bu noktada sahibine âşık bile olur, bu yüzden de kendisini ahlaksız hisseder ama sahibi onu metresi olarak kabul etse, bir an bile sorgulamaz adamın ahlakını.

Öte yandan beden hayatta kalmak ister, hayatta kalmanın tek yolu da bunca yıl sonra yani binyıllar sonunda toplum yaşamının devamlılığıyla mümkündür ancak, en azından köle böyle düşünür. Âdemin oğullar yerleşik hayata geçtiği andan itibaren birlikte yaşam koşullarını korudukları ölçüde hayatına devam edebilecek şekilde düzenlemiştir yaşamını. Görevi bu olan dışında, kimse ekmek yapmayı bilmez, dikiş dikmeyi bilen kişi, ekmek yapmayı bilen kişinin ona o ekmeği vermeye devam etmesini ister. O da buna karşılık toplumun ondan istediği sorumluluğu yerine getirir. Çok basit bir güdü: “ya hayatta kalamazsam”. Ya özgür olursam ve toplum beni istemezse?
İşte bu yüzden hayatta kalmayı garanti altına aldığı ölçüde insanlar toplum kurallarını kendi lehlerinde esnetebilirler, güç ve özgürlük özdeştir artık.

Ama Köle de bir yerde intikamını alır sahibinden, ona adab-ı muaşereti sunar altın tepside ve artık efendi de tutsaklaşmıştır.  Peki sorarım nerede bu özgürlük? Nereye sıçacak bu kadar köle?
Bizlerin ataları Âdem baba ve Havva anamıza yazdığım bir şikayet mektubum var, bir bir anlatıyorum yediğimiz naneleri. Oradan bir bölüm çok denk düşüyor (megalomani episode bilmem kaç)

Diyelim ki halen daha kölelik devam ediyor ve bizler köleler olarak hayatlarımıza devam ediyoruz, henüz daha köleliği anlatmadım değil mi sizlere? Kölelik Havva anacağım, bir insanın isteği dışında davranmaya bir başka kişi ya da kişilerce zorunlu tutulmasıdır. Yani bir kişinin özgür olmamasıdır, yani bedensel anlamdaki yaşamını başkasının isteklerine göre devam ettirmesidir. Farkındayım anacığım, Adem babam bunca sayfadır anlattıklarımdan sonra, bu tanıma, daha ziyade “diyelim ki halen daha kölelik devam ediyor” şeklinde giriş yapmama kıçıyla gülüyor yanında, haksız da sayılmaz hani, bütün bu tanımlara göre kölelik tüm şiddetiyle devam ediyor. Ama azcık sabır ve SAYGI lütfen daha sizlere iş hayatını anlatacağım, kapitalizmi anlatacağım vs.. ondan sonra diyeceksiniz ki yazık bu torunlarımıza, bunları doğuracağıma taş doğursaymışım, gün geçmiyor ki köleliklerine yeni bir tanım koymasınlar. Apriori  (velhasıl kelam), diyelim ki kölelik ortaçağlardaki tanımıyla devam ediyor. Yani insanların sanal değil de gerçek zincirlerle tutsak edildiği çağlarda yaşıyoruz. Gündüz çalıştıktan sonra gece köle palasa kapatıldık ve sahibimiz kapıyı kilitlemedi. İşte bizim günümüzdeki ahlak ya da daha Anna Freud’en adıyla adab-ı muaşeret, tam olarak bu şekilde anlaşılabilir. Kölepalas’taki sivri zekalı bizler, kilitlenmemiş kapı için hemen itiraza başlamalıyız sahiplerimize:
“Neden kapıyı kilitlemiyorsun!! Ya bizler kapı açık diye kaçmaya çalışırsak ve kölelikten kurtulursak? Ya özgür insanlar olarak hayatımıza devam etmek zorunda kalır ve mutsuz olursak? Burada ne güzel her şey tanımlı, hayatta kalmamızı sağlayacak kurallar belirlenmiş, kurallara uymak yetiyor bizlerin yaşamına devam etmesi için. Lütfen köleliğimize biraz saygı duyun!! Çok reca ediyorum hemen kilitleyin kapıları!!”
Adab-ı muaşeret veya bacakarası ahlakı insanların kendi üzerlerine kilitledikleri kapılar değil de nedir? Sorarım a dostlar sizlere!!
Ben, vakti zamanında solak bir kız çocuğunun çok elit(?) bir ailede yaşadığı için, çatalı sol eliyle bıçağı sağ eliyle tutmaya alıştığına şahit oldum, aynı şekilde dindar ailelerde solak çocukların zorla sağ elle kaşık tutmaya zorlanması gibi!! Çatal sol elle tutulur bıçak sağ elle, aynı şekilde kaşık sağ elde olmalıdır, buna diyecek bir şey yok, çünkü çok ergonomiktir. Ancak bu ergonomik alışkanlığın solaklar için eziyete dönüştürülmesi, kişinin kendisini zorla kilitli tutması değil midir? Daha ilginci de bu solak asi kız adabı muaşeret kurallarına uyuyor olmaktan gurur duyuyordu ve ailesine minnettardı!! Bir insana kendi çocuğuna eziyet ettirecek bu bakış nasıl içimize yerleşmiştir ? Hem de her sosyal sınıf ve her eğitim seviyesinin, kendisine göre, görece benzer eziyetler icat etmesinin altında yatan hangi akli ya da bedeni veyahut da ruhi unsurdur? Şimdi gidin varsıl modern bir aile bireyine, “yobazlar, solak çocukları günah diye sağ kaşık tutmaya zorluyorlar” şeklinde bir sohbet açın, size onların ne kadar ilkel ve akıldan yoksun insanlar olduğunu bütün samimiyetiyle savunacaktır. Ancak hemen bunun akabinde, ortama bir tavuk kanat söyleyin ve elinizle yemeye başlayın ve seyreyleyin komedyayı, ben denedim, çok komik oluyor....

Şimdi arkanıza yaslanıp unutun anahtarın zindanınızın kapısında asılı olduğunu, sakın çıkmayın oradan. Dışarısı güvenli değil, uyumaya devam edin. Örneğin gidip oy verin ki işin sonunda ortalamanın fikrinin kabul edileceği seçimde bir payınız olduğunu düşünün, ya da ortalamayı değiştirmeye çalışın, ortalamanın sizin görüşlerinizi benimsemesini umut edin de unutmadan Epikür’ü. “Eğer takipçileriniz olsun istiyorsanız takipçilerinize benzemek zorundasınız”

En kolayı da misal ruhunuzu satın köle kalabilmek için, ruhunuzun sizden istediği bir coşkunluk varsa gözyaşlarıyla bunu kalbinize gömün ve devam edin köle hayatınıza, haklısınız, eğer özgürleşirseniz bir daha ağlamadan bakamazsınız diğerlerinin yüzlerine. Ve kırıntısını gördüğünüz, âşık olduğunuz o özgür ruhun ölümüne her seferinde şahit olmak zorunda kalırsınız, bu da sizin lanetiniz olur.

Türkçede ne güzel zıt anlamlı kelimler vardır, örneğin “seçkin ve sıradan”
Sıradan: Sadece sırası geldiği için.
Seçkin : Fark edilen seçilen..
Sıranızın gelmesini bekleyin…..



*Schopenhauer'a saygılarımla