21 Temmuz 2013 Pazar

Ahlakın Doğuşu

Öncelikle yazıdaki iddialar çok net olarak belirtilmiştir. Bu netlik tüm kavramların tözü için kullanılmıştır, en alt anlamlarında kesinlik belirtilmek istenmiştir.

İnsanların davranışlarının, ideolojilerinin, şartlandırılmış duygularının tümüne bir korku hakim, hayatta kalamama korkusu. Daha babamızdan annemize yol alırken bile milyonlarca kardeş adayının arasından sıyrılıp yumurtayı ilk dölleyen olma yarışı.(daha o yarışta bile aslında kazanınca,kazanan olmayacağını, doğanın bile olsa, itelendiğimiz durumlarda kazanan olmanın bile aslında çok daha büyük kayıpların başlangıcı olduğunu algılayabilmemiz gerekiyor).İlk yarışı kazandın ve artık diğer tüm yarışlara katılmaya hak kazandın.

Mesela şartlandırılmış duyguların başında gelen aile sevgisi. İnsan çocukluğundan itibaren aslında yapayalnızdır. Bakıma muhtaçsın ve ailenin seni yapayalnız bırakmaması için seni sevmesi gerektiğine inanırsın. Hiç farkettiniz mi çocuklar küçükken anne babalarına çok düşkündür ama anne babalar asla çocuklarına bekledikleri sevgiyi vermezler. Son moda çocuk yetiştirme kitaplarıya haşır neşir ailelerin gösterdiği sahte ilgiden bahsetmiyorum burda. Gerçek sevgiyi veremezler, çünkü çocuk onlara muhtaçtır ve ailenin onu sevmesi için ortada bir sebep yoktur, çünkü hiçbir korkularının çaresi değildir. Elbetteki bilinç altında ölümsüzlük göstergesi olan neslin devamı için çocuğuna bir önem vermektedir ama bu hiç bir zaman anlık kişisel çıkardan doğan önem kadar yoğun değildir. Özetle, çocuk anne babaya muhtaçtır ve tüm ilgisini onlara vermektedir. Ancak anne babalar yaşlandıkları zaman, çocuklarına gösterdikleri ilginin, sevgi gösterme yoğunluklarının oranı hızla artar. Çünkü dengeler değişmektedir ve artık kişisel çıkarlar yer değiştirmektedir. Aile müessesesinin öneminin, gelişmişlik ve sosyal güvencelerin artışıyla ters orantılı olması bunun en güzel göstergesidir.  

İnsanlar yalnız başlarına dünyayla başa çıkamazlar. Bunun için önce bir eş, sonrasında bir aile, sonrasında bir cemiyet, cemaat, ırk, halk, din gibi bütünleştirici nosyonlara ihtiyaç duyarlar.  Bir insan korkaksa milliyetçi olur, bu çok basittir. Yoksa tesadüfen mensubu olduğu (mensubiyet kriterlerinin de bu kadar görecelendirildiği hesaba katılırsa) bir topluluğu, bu kadar hiddetle savunamaz. Din kavramı da bir noktasıyla buna katılabilir.

İnsanlar pisliktir, size içeriden biri olarak yazıyorum inanın bana. Bütün insanlar aynı pisliğin bir parçasıdır. Bu suçluluk Hristiyanlar' daki ilk günahtan çok öte birşeydir. Hiç bir zaman birbirlerine itiraf edemezler ama herkes birbirinin ne kadar pislik bir yapısı olduğunu her zaman bilmektedir. Ancak aralarında bir antlaşma yapmalıydılar, çünkü bir arada yaşamak zorundalar, çünkü birbirlerinden korktuklarından çok daha büyük bir korkuyu doğaya karşı yaşıyorlar. Sakın doğa algınızı  kuşlarla-böceklerle, ağaçlarla-hayvanlarla , volkanlarla-depremlerle sınırlandırmayın, vücudun aç kalamayacak olması da,  hormonal isteklere cevap verilemediği zaman yaşanacak olan krizler de doğanın bir parçasıdır. Evet insan birbirlerinden çok doğalarından korktukları için de birbirlerine sokulurlar. İşte size toplum yaşamının özü.  Ancak önemli bir antlaşma yapmak zorundaydılar, ve bu antlaşma kurallarına göre öncelikle aç kalmamaları gerekiyor, sonrasında da her daim çiftleşebilmeleri gerekiyordu. İşte AHLAK  bu noktada doğdu. Bu yüzdendir ki ahlak kuralları insanların gücü ve cesaretiyle ters orantılı olarak düzenlenir. AHLAK insanoğlunun ne kadar güvenilmez bir mahlukat olduğunun tüm insanlık tarafından kabul edilmiş olmasının belgesidir.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Diyalektik Metaryalizm ve Kader kavramı..

Yıllardır din kavramı içerinde anlamaya çalıştığım ancak bir türlü makul bir açıklama bulamadığım kader kavramını, diyalektik metaryalizm içerisinde görmek gerçekten büyük bir ironiydi.
Marksist ideolojinin hem düşünsel anlamda, hem de iktisadi anlamda kullandığı metod gerçekten algılaması kolay bir ikiyüzlülük olarak göze çarpıyor. Her iki anlamda da ideolojinin yaptığı kesinlikle farklı birşey ortaya sunmak değil, varolanın esaslı bir analizini yapıp sonrasında aktörlerde değişikliğe gitmektir.
Örneğin Sosyalizm aslında tamamen kapitalizmin araçlarını kullanır, yaptığı yegane değişiklik bu araçları kullanan aktörlerin yerlerini değiştirmektir. Bu bağlamda bir insanın hem anti-kapitalist hem de sosyalist olması mantıken olanaksızdır. Bu örneği, beni daha çok ilgilendiren Marksizm’in felsefik boyutu yani Diyalektik Metaryalizm konusunda da aynı yöntemi kullanmasının algılanmasına yardımcı olması için verdim.
Marks’ın temel felsefesi olan Diyalektik Metaryalizm din anlayışına alternatif olarak ileri sürülüyormuş gibi bir bakış açısı yıllardır süregeliyor. Aslında kapitalizm ve sosyalizmdeki benzerlik, diyalektik metaryalizm ve Tevrat arasında da mevcut. Diyalektik, tarihe tıpkı Tevrat gibi bakmakta ve bütün olayları birbirinin sebebi olarak lineer bir düzlemde ele almaktadır. Bu bakış Kerov’un toplumlar kitabında açıkca kendini göstermektedir. Marks diyalektikte hiç bir şekilde din düşüncesinden uzaklaşmamıştır. Sadece dindeki “Tanrı kavramı” yerine “Doğa” yı yerleştirmiştir. Elbetteki buradaki doğa sadece ağaçlar böcekler değil, insan, insanı oluşturan sinir sistemine kadar en küçük ayrıntıdan, evren yıldızlar ve tüm kainatta uzanır.
Kader anlayışı bu düşünce sisteminin ürünüdür. Insanın yaşamını etkileyen faktörler tamamen tarihsel bir neden sonuç ilişkisine bağlıysa insanın gelecekte ne yaşayacağı da bu bağ sayesinde asla değiştirilemezdir. İnsan sonsuz doğanın yanında sadece bir “1” dir ve matematikte “sonsuz + sayı” =sonsuzdur. İnsan da doğanın bir parçasıdır ve davranışlarına yön veren düşünce sistemini oluşturan da yine doğadır. Sinir sistemi, dolaşım sistemi evrimsel durumu, hepsi doğanın bir parçasıdır.Bu düşünce de Tevrat ve İncil ve Kuran’daki “İnsan tanırının suretinden yaratılmıştır” düşüncesinin “İnsan Doğanın suretinden oluşmuştur” şeklindeki karşılığıdır. Bu şartlar altında yapacağı seçimler de doğanın yönlendirmesiyle olacaktır.
Kaderi anlamak için sorulan bir soru olan “peki geleceğimi bilseydim kaderi değiştiremez miydim?” de yine diyalektik düşünce içerisinde incelendiğinde “geleceğini bilmek “ zaten senin kaderin olduğundan bu nedenden oluşan sonuç yani yapılacak olan değişklik de senin kaderinin ta kendisidir, olarak verilmektedir.