İnsanların davranışlarının, ideolojilerinin, şartlandırılmış
duygularının tümüne bir korku hakim, hayatta kalamama korkusu. Daha babamızdan
annemize yol alırken bile milyonlarca kardeş adayının arasından sıyrılıp
yumurtayı ilk dölleyen olma yarışı.(daha o yarışta bile aslında kazanınca,kazanan
olmayacağını, doğanın bile olsa, itelendiğimiz durumlarda kazanan olmanın bile
aslında çok daha büyük kayıpların başlangıcı olduğunu algılayabilmemiz gerekiyor).İlk
yarışı kazandın ve artık diğer tüm yarışlara katılmaya hak kazandın.
Mesela şartlandırılmış duyguların başında gelen aile
sevgisi. İnsan çocukluğundan itibaren aslında yapayalnızdır. Bakıma muhtaçsın
ve ailenin seni yapayalnız bırakmaması için seni sevmesi gerektiğine inanırsın.
Hiç farkettiniz mi çocuklar küçükken anne babalarına çok düşkündür ama anne
babalar asla çocuklarına bekledikleri sevgiyi vermezler. Son moda çocuk
yetiştirme kitaplarıya haşır neşir ailelerin gösterdiği sahte ilgiden bahsetmiyorum
burda. Gerçek sevgiyi veremezler, çünkü çocuk onlara muhtaçtır ve ailenin onu
sevmesi için ortada bir sebep yoktur, çünkü hiçbir korkularının çaresi
değildir. Elbetteki bilinç altında ölümsüzlük göstergesi olan neslin devamı
için çocuğuna bir önem vermektedir ama bu hiç bir zaman anlık kişisel çıkardan
doğan önem kadar yoğun değildir. Özetle, çocuk anne babaya muhtaçtır ve tüm
ilgisini onlara vermektedir. Ancak anne babalar yaşlandıkları zaman,
çocuklarına gösterdikleri ilginin, sevgi gösterme yoğunluklarının oranı hızla
artar. Çünkü dengeler değişmektedir ve artık kişisel çıkarlar yer
değiştirmektedir. Aile müessesesinin öneminin, gelişmişlik ve sosyal
güvencelerin artışıyla ters orantılı olması bunun en güzel göstergesidir.
İnsanlar yalnız başlarına dünyayla başa çıkamazlar. Bunun
için önce bir eş, sonrasında bir aile, sonrasında bir cemiyet, cemaat, ırk,
halk, din gibi bütünleştirici nosyonlara ihtiyaç duyarlar. Bir insan korkaksa milliyetçi olur, bu çok
basittir. Yoksa tesadüfen mensubu olduğu (mensubiyet kriterlerinin de bu kadar
görecelendirildiği hesaba katılırsa) bir topluluğu, bu kadar hiddetle
savunamaz. Din kavramı da bir noktasıyla buna katılabilir.
İnsanlar pisliktir, size içeriden biri olarak yazıyorum
inanın bana. Bütün insanlar aynı pisliğin bir parçasıdır. Bu suçluluk Hristiyanlar' daki ilk günahtan çok öte birşeydir. Hiç bir zaman birbirlerine
itiraf edemezler ama herkes birbirinin ne kadar pislik bir yapısı olduğunu her
zaman bilmektedir. Ancak aralarında bir antlaşma yapmalıydılar, çünkü bir
arada yaşamak zorundalar, çünkü birbirlerinden korktuklarından çok daha büyük
bir korkuyu doğaya karşı yaşıyorlar. Sakın doğa algınızı kuşlarla-böceklerle, ağaçlarla-hayvanlarla , volkanlarla-depremlerle
sınırlandırmayın, vücudun aç kalamayacak olması da, hormonal isteklere cevap verilemediği zaman
yaşanacak olan krizler de doğanın bir parçasıdır. Evet insan birbirlerinden çok
doğalarından korktukları için de birbirlerine sokulurlar. İşte size toplum
yaşamının özü. Ancak önemli bir antlaşma
yapmak zorundaydılar, ve bu antlaşma kurallarına göre öncelikle aç kalmamaları
gerekiyor, sonrasında da her daim çiftleşebilmeleri gerekiyordu. İşte AHLAK bu noktada doğdu. Bu yüzdendir ki ahlak
kuralları insanların gücü ve cesaretiyle ters orantılı olarak düzenlenir. AHLAK
insanoğlunun ne kadar güvenilmez bir mahlukat olduğunun tüm insanlık tarafından
kabul edilmiş olmasının belgesidir.