21 Aralık 2015 Pazartesi

geri zekalılar

Son anda yetiştiği otobüs çift katlıydı, ikinci katında boğuk bir hava ve bu yetmezmiş gibi bir de yüksek sesle telefonla konuşan bir kadın vardı. Yine tüm çevresini küçümser bir hissiyatla doldu içi. Çevresine tiksintiyle bakıverdi her görüntü için kendince küçümsemelere kapıldı.

Örneğin şu cıvıl cıvıl renklerdeki şalvar gibi şeyi giymiş, 45-50 yaşlarındaki adam da neyin nesiydi? Muhtemelen bir yerlerde genç kızların dikkatini çekebilmek için hippicilik oynuyordu. Ya şu badem bıyıklı suratsız amca?  O da sabah karısının kalbini kırarak çıkmıştı evden kuşkusuz. Karısını görseydi adamın, ona da kesin bambaşka bir aşağılık sıfat yerleştirecekti.

Sonra kitabıma dönüp düşler âlemine dalarım diye düşündü. Kitabı çıkarttı, önce çevresini kontrol etti acaba kendisine bakan biri daha da önemlisi bakmasına değecek biri var mı diye. Yıllardır değişmez bir alışkanlıktı bu Tuncay için, kitap okurken çevresindeki insanlar ona bakıyor mu diye etrafını kolaçan etmek yani. Ama yıllar içinde kendiliğinden değişen bu kolaçan etme hareketinin nedeni olmuştu. Gariptir ki bazen alışkanlık değişir yanı sıra  o alışkanlıklara sebep olan hissiyat aynı kalır. Örneğin bir insan kıskançsa bunu her değişiminde farklı yollarla gösterir, hissiyatı hep aynıdır. Nadiren de olsa bazen hissiyat tam zıttı yönde değişir ve aynı alışkanlıkta beden bulur. Bilgi bir nesne gibi sanki, insan ihtiyacı olanın çok küçük bir kısmına sahip olduğunda, sahip olmadığı bölümünün de kendisinde olduğunu göstermeye çalışır ve bu öğreniyor olma edimi onun için gurur kaynağı olur. Sonra bir an gelir ve o zaman işte bilgiye sahip olmanın ne kadar büyük bir lüks olduğunu idrak eder ve bilgiye sahip olma onun utancı haline gelir. Etrafında kendisinin kitap okuduğunu gören biri onu utandırmaktadır artık.

Tuncay tam kitabını açıp an zamandan, zamansız roman dünyasına dalmak üzereyken uyarıcı bir eyleme şahit oldu ve bir anda tekrar dünyaya zorunlu iniş yaptı.
Otobüse bindiğinde dikkatini çekmemiş olan 2 kişi vardı. Birisi bir kadın diğeri de bir oğlancağız. Oğlan hanım kızımıza bir şeyler soruyordu ve bu cüretkâr tavır bir anda yine haklı çıkartmıştı Tuncay’ı, insanların çirkinliği konusunda hissettiklerinde.
Önce oğlan, yüzünde çok iffetsiz bir ifade ile kıza seslendi “Af edersin o kutudaki nedir?” Kız hafif rahatsız, hafif de tedirgin buz gibi bir sesle cevap verdi. “Keman”. Oğlan üstelemekte ısrar etti  “Ben de çok istiyorum çalmayı ama kimse öğretmedi.”

Aman allahım bu nasıl bir aptallık, nasıl göremiyor bu aptal herif kızın ona bakmayacağını, onu istemediğini. Kızın ses tonlamasından, vücut diline her şey açık ediyordu oysa bunu. Kendisi olsa şıp diyerekten anlardı bütün bu durumu. Zaten asla sokmazdı böyle bir duruma kendisini, en başta keman kutusunu tanırdı.

Kız devam etti, devam edişinde hiçbir hissiyat yoktu . Ne bir sinir, ne bir sevinç, ne de bir tedirginlik  “Ne kadar güzel ailene söyle o zaman”
Tuncay artık yüzü kitaba dönük, göz ucuyla bu sıradan ve garip olayı izliyordu. Acaba çocuk ne kadar daha adileşebilecek, aptallığındaki küstahlığı ne kadar daha devam ettirecek diye düşünüyordu ki bizim aptal Tuncay’ın bile beklemediği kadar keskin bir hareket yaptı, yerinden kalkıp kızın yanındaki boş yere oturdu.

İşte o anda sakin, vakur görünüşlü ve henüz hiçbir kulp takamadığı o sıradan kız birden tedirginleşti ve çıkıştı oğlana. “Ne münasebet, neden bu kadar yer varken kalkıp yanıma oturdun?”
İşte şimdi Tuncay’ın sırası geliyordu, pek huyu değildi yine de bir müdahale gerekiyordu. Eğer oğlan üstelerse ve daha da çirkinleşirse o zaman yerinden kalkacak ve kızın korkularını bastıracak müdahaleyi yapacaktı. Ohh Kahramanımız Tuncay! Bir yandan çocuğa da acımıyor değildi hani. Bu kadar ego kırıcı bir olayı hak ediyordu hak etmesine ama işte insan başkasının adına utanır ya o hissiyat da geçmişti içinden.

Çocuk birden ürktü, ilk başta fark ettiği yüzündeki o iffetsiz ifade daha da bir belirginleşti. İfade belirginleştikçe başka bir şey çıkıyordu sanki altından. O iffetsizlik olarak gördüğü şeyin aslında çok doğal bir bakış olduğunu sezmeye başlamıştı. İffetli bakış aslında yapmacık, yani kötü olandı kim bilir?

Oğlanımızın verdiği cevap bir anda midesine oturdu Tuncay’ın. Oğlan sessizce “Özür dilerim ben geri zekâlıyım da, ondan böyle oluyor” dedi ve hemen kalktı kızın yanından başka yere oturdu. Oturur oturmaz dizleri titriyordu. Çocuk gerçekten hastalıklı derecede bir zeka özürlüydü demek!
Kızın yüzü de dehşete düşmüş bir ifadeye büründü. Eli ayağına dolaştı ve hemen yerinden kalkıp bu kez o oğlanın yanına oturuverdi ertesinde kemanını kutusundan çıkartıp bir şeyler anlatmaya başladı.
Bir anda mizansen olan her şey gerçeğe dönmüştü.  Kız utanç içindeydi, oğlan utanç içindeydi ama en fazla da arkalarından onları gizli gizli seyreden Tuncay utanç içindeydi.


Evet, oğlan gerçekten geri zekalıydı. Zekâsı daha geriydi, peki kimden? Kızdan ve Tuncay’dan ve muhtemelen otobüsteki bütün yolculardan. Ya telefonla konuşan kadın? O da telefonla yüksek sesle konuşurken başkalarını rahatsız edebileceğini bilen Tuncay’dan gerice bir zekaya sahipti. Peki ya Tuncay? Peki o çok mu ileri bir zekaya sahipti? Mesela kitap okuyormuş gibi yapıp insanların aralarındaki diyalogları dinlememesi gerektiğini bilen birileri yok muydu bu mekanda? Mesela badem bıyıklı amca hiç oralı olmamıştı, demek ki Tuncay da o amcadan daha geri zekalıydı. Otobüsteki herkes ama herkes geri zekalıydı, içlerinde bir tek bu oğlan biliyordu bunu ve bu yüzden şimdi kemancı kızla hoş bir sohbete dalmışlardı. Oğlanımızın gülerken ağzının kenarından biraz su bile akıyordu, artık bu ona sevimli bir görüntü veriyordu, içtenliğin güzelliği kaplamıştı bir anda onları.

9 Aralık 2015 Çarşamba

İlk şairi getirin bana!


Buğdayı ilk evcilleştiren insanı hep merak etmişimdir. O ilk dehayı, o ilk meraklı ve bütün bilim insanlarının atasını. Adını sanını bilmeyiz onun ki zaten o zamanlar belki ad bile yoktu kim bilir…

“Neden bu kadar önemli o ilk buğdayı bulan kişi” sorunun cevabı için koskoca antropoloji kitapları yazılmıştır, buğdayı evcilleştirmenin bütün toplum yaşamımızın başlangıcı olduğu üzerine. Evet şehirler, mekanik teknoloji hep o ilk evcilleşen buğday yüzünden olmuştur. Bugünümüze olan etkilerine bakıldığında sevmeli miyiz o adamı, yoksa lanetler mi yağdırmalıyız bunu hiçbir zaman bilemeyiz sonuçta yine sadece karar ve ikna üzerine yürüyen sonsuz paradoksal toplum bilim tartışmalarının içinde buluruz kendimizi.
Benzer hissiyatları ilk mağara resmini yapan plastik sanatçısı, ilk yerleşkesini kuran peyzaj mimarı için de duyumsuyorum ve anlamaya çalışıyorum hangi evrimsel süreç, insanları bu edimlere sürüklemiştir diye.

Bu öncü insanları, daha havalı bir kelimeyle ifade etmek istersek avangart ruhların bana yansımasını, klasik batı düşüncesiyle “fayda ve zarar” düzleminde değerlendirmeyi bırakalı çok zaman geçti kendi adıma. Onları anlama isteği ise sonu gelmez bir çaba olarak Lim X --> sonsuz giderken uğraştığım sonsuz hakikat arayışından biri olarak benimle daim olacak. Onların edimlerinin üzerindeki sır örtüsünü kaldırmayı başardıkça belki de Nietzsche’nin hakikatin herhangi bir örtü kaldırarak ulaşılabilinecek bir mefhum olmadığını belirtirken ne demek istediğini idrak edeceğim.  Çünkü kaldırdığım her örtü gidip başka bir hakikatin üstünü örtecek ve ben hakikate ulaşma adına sadece örtülerle muhatap olacağım.

Bu avangart ruhları kendime olan faydayla anlamaya çalışmasam da yine de hepsinin ediminde maddi bir gerekçe bulabiliyor insan. Yani ilk resim belki de bir av planı içindi, buğdayı evcilleştiren bilim insanının da derdinin öz fayda olduğuna çok kolay bir akıl yürütme ile ulaşabiliriz.
Peki ilk şairin derdi neydi? İlk şiiri kim neden yazdı? Hangi ihtiyacı karşılamak için bu uğraşa kapılmıştı? İnsanların birbirleriyle iletişim için icat ettikleri dili, hangi amaçla yeniden düzenleyip kullanmıştı? Eğer ki her yenilik bir yaraya merhem olduysa, bir pharmakon ise, şiirin de sadece ruhlarımıza hitap ettiğini de düşünürsek, yoksa ilk şairden hemen önce mi o doymak bilmez ruhlarımızın ihtiyaçları ortaya çıkmıştı?

Noah Harari’nin “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens” kitabında, bizim buğdayı evcilleştirdiğimiz önermesine verdiği “hayır biz buğdayı değil, aslında buğday bizi evcilleştirmiştir, biz yaşamlarımızı buğdaya göre düzenlemişizdir, buğday bize göre değil” cevabına bir şerh koyarak katılmamak mümkün değil. O şerh de şu ki; buğdayın bizi evcilleştiriyor olduğu ve bize hükmettiği muhakkak ama o ilk kişi, işte O gerçekten buğdayı evcilleştirmişti. Buğday durduğu yerde duruyordu ilk edim O’ndan geldi ve onun evcilleştirdiği buğday sonrasında gelen tüm nesillere hükmetmeye başladı.  Acaba buğdayı ilk evcilleştiren ve sonrasında bizi buğdayın hükmüne teslime eden kişi gibi ilk şair de, bizi ruhlarımızın hükmüne teslim eden öncü müydü?

30 Kasım 2015 Pazartesi

vazgeçiş

Vazgeçmenin, alışılagelmiş algının aksine korkaklık değil de insanın geleceğini özgürleştirmek için mutsuzluğun doruk noktasını an zamanda yaşama çabası olabileceğini neden daha önce fark etmedim? Oysa ki “vazgeçmek”, çok büyük bir cesaret taşıyor içinde ama nedense methiyeler hep mücadele etmeye düzülüyor.

Alanlarda elimizde kocaman pankartlarla yürümeliyiz, “yaşasın vazgeçişlerimiz”, “yaşasın yarının özgür ruhu için bugünün kahrını göze alışımız”. Çünkü gelecek güzel günler ancak vazgeçme gücünü gösterdiğimiz zaman kendini gösteriyor ve gelecek güzel günleri bugünün esaretinden ancak vazgeçiş kurtaracak.

Bugünü vazgeçiş günü ilan ediyorum, tüm mücadelelerimden, tüm isteklerimden  vazgeçiş. Geriye kalansa kocaman bir yaşam olacak ve Zeus insan soyundan bir kişinin daha umut zehrinden kurtuluşuna kahrolacak.

12 Ekim 2015 Pazartesi

mektuptan bir bölüm...

.....................Üçüncü sorun diğerlerinden biraz daha farklıdır. Üretimin artması beraberinde ilk iki sorunu getirirken, teknik olarak çok ama çok uğraşılırsa aslında aşılabilinecek sorunlardır bunlar. Mesela reklam sektörü tamamıyla bir hatadır ve insanlık bu hatadan günün birinde dönecektir. Ya da gelişen yazılım teknolojisi ve diğer bilimler, üretimin planlanmasında iyi niyetle kullanıldığında belki de ihtiyacımız olmayan toplu iğneler üretilemeyecek ve Marks’ın o yeryüzünde cennet olarak önümüze sunduğu bolluk teoerimi bile gerçek olacaktır.

Üretimde kollektifleşmenin ve üretime teknolojinin iliştirilmesindeki diğer ki belki de canlılığın devamlılığın balansını bozabilecek sorun, insanların doğal farklılıklarından bağımsız olarak yeni sınıfların oluşması. Yani hayvani doğasından gelen statülerin yerini sistemin defolarına bağlı sınıflara bırakmasıdır.
Şimdi mektubun yancı okurlarından şöyle bir düşünce yükselecektir. “Bu ne demek hemen açıkla Ali! Nasıl olur da biyolojik sınıfları kültürel sınıflara yeğ tutuyorsun? Sen Faşist bir pislik misin? Zaten şüpheliyorduk senden. Çabuk hemen faşist olmadığını ıspatla yoksa Ferdinand Celine’e ya da Papini’ye yapamadığımız sana yaparız ve sileriz fikirlerinin hepsini yeryüzünden.”

Konuyu dağıtmadan, memleketimdeki okuryazar insan profiliyle ilgili bir sıkıntıyı belirtmek isterim-Elbette konu dağılacak ne aptalım.  Aslında muhtemelen birçokları için sıkıntı değildir ama genel olarak edebiyat ve yazın dünyamız için bence büyük bir tehlike. Türkiyede okuryazar insanların çok çok büyük bir bölümü ki hemen hemen hepsi neredeyse bir ideoloji sahibidir. Özellikle kadın okurların büyük bir bölümü feministken erkek okurlarda da bu büyük kitleyi sosyalistler oluşturur. Aslında yüzyılımızın başlarına kadar tüm dünya için bu şekildeydi. Ancak Batı’da (ki uzak doğudan Kore ve Japonya’yı da batı sayabiliriz) bir nebze bu durum kırılıyor, kırılmak zorunda. Bunu neden kendime sorun ettiğimi ortaçağa bakarak görebilirsiniz sevgili büyüklerim, hani insalığın kara sayfaları olan ortaçağ. Şimdi geçmişe dönüp baktığımızda o dönemlerdeki en büyük sorunun okuryazarlığın belirli bir yönelimin, yani Hristiyan kilisenin elinde olması olduğunu net bir şekilde görebiliriz. Bu durumda da o ideanın dışında-azcık da karşısında- eserlerin üretilmesi için neredeyse 1000 yıl gibi bir süre beklememiz gerekti. İnsanlığın gördüğü en karanlık 1000 yıldan bahsediyorum burada.

Elbette ki günümüz ideolojilerinden -özellikle bahsettiğim feminizm ve sosyalizm- ortaçağın engizisyon mahkemeleri kadar sert önlemler almıyorlar yazın yaşamı üzerinde. Bu tip önlemleri daha çok kitlesinde okuryazarlığın neredeyse sıfıra yakınsak olduğu faşizan ve baskıcı ideolojiler yaparlar. Ama eğer okur kitleye yani hani bahsettiğim ürettiğimiz ürünlerin pazarı olan kitleye, yani üretimin nihayi amacı olan pazara karşı(anti) olabilceğiniz durumlarda, bir anda istem dışı oto kontrol mekanizmalarınızı devreye sokarsınız. 19 yy’da bu zincirleri kıran büyük büyük filzoflarımız ya da yazarlarımız işte avangard diye tabir ettiğimiz insanlar, yüzyıllarında okunma kaygısı taşımayan, o büyük egolar bana da birşeyler öğretmişlerdir. Velhasıl kelam, sözde faşist (sözde kelimesinin bu yeni moda kullanımına da bayılırım, ne kadar iki yüzlü bir ifade biçimidir) eğilimlerimin deşifre olmasından, bu kırması çok zor, “okunma ve anlaşılma içgüdüsü” nedeniyle biraz çekinmekteyim. Ama korkunun ecele faydası yok. Bu mektubu kendimi ifade edebilmek adına yazıyorsam birinci önceliğim aklımdaki fikirleri öncelikle kendime deşifre etmemdir. Anti femisint fikirlerimiz zaten daha önceki bölümlerde cesurca ifade ettiğimi düşünğyorum.  Ali evladım bizimle kal yine kendi iç çelişkilerinle boğuşmaya başladın cümlesini sana söyletmek zorundayım Adem babacım. Aksi durumda sen duruma hiç müdahale etmiyorsun. Ne yapmayacaktım konuyu dağıtmayacaktım, e o halde keseyim artık bu ara fikri.
Ne diyordum modern yaşamımızda doğamıza ters giden birşeylerin oluşmaya başlaması. Doğal seçilimin yerini yapay seçilimin alması, peki bu ne demektir?

Doğal seçilim ile yapay seçilimin nasıl farklılıklar olduğunu bizlere en iyi anlatan örnek kedi ve köpek kardeşlerimizdir. Bundan 5-10 bin yıl önce evcilleştirilen bu hayvanlar hayatta kalmayı kendilerini bize beğendirerek başarmaya başladılar. Normalde doğada hayatta kalmalarını gerektiren mekanizmalara sahip olanların aksine bizim beğendiğimiz özellikleri olanlar türlerini devam ettirebildiler. Ne demek bu hemen açıklayayım, mesela köpeklerde, nispeten daha sevimli olmak, insanların estetik bakışına uygun olmak, bir anda türünü devam ettirebilmek için bir avantaj haline geldi. İşte evrim bilim buna yapay seçilim diyor. Bu sevimli köpek türleri varoluşlarını artık tamamen bize bağımlı hale getirdiler ve bizim onlardan vazgeçtiğimiz anda yok olmaya mecburlar.

Biz kendimizi Evrim basamağında en üstte görerek kendi türümüzü başka hiçbir türe bağımlı hale getirmeyeceğimizi düşünüyorsak çok büyük bir yanılgı içine gireriz. Bizim türümüzün devamlılığı da  en basit tabirle, en iyilerin fazla üremesi ve en kötülerin üremelerinin yavaşlamasıyla olur. Peki insanda evrimsel olarak iyiyi ve kötüyü belirleyen nedir? Muhtemelen alet kullanma becerisidir yani zekadır diyebiliriz. Ya da tüme varım yeteneği yani hafıza yani bir noktada yine zeka. Sonrasında fiziksel güç, hızlı çalışan refleks sistemi ya da duyu organlarımız gibi biyolojik özelliklerimiz. Ama ne önemi var ki bunun sonuçta iş doğaya kaldığında o zaten hangi özelliklerin bizler için gerekli olduğuna kendisi karar verecektir. Nasıl ki toplu iğnenin pazarı terziler, kitapların pazarı okurlarsa ve üretimi onlar belirliyorsa, türlerin hayatta kalmasının da pazarı doğadır ve üretimi her zaman pazar belirler.

Yaşadığımız çağları bir görseydiniz ne demek istediğimi çok daha iyi anlardınız Havva anacığım. Sistem o kadar büyük defolar içermektedir ki artık kapitalizmin aldığı hal Adam Smith’in çizdiği senaryolardan çok daha farklı noktalara varmıştır. Kişiler yetenekleriyle değil de sistemin defoalrını kullanma edimleriyle pastadan kaptığı dilimlerin boyutunu belirlemektedir. Kurnazlık daha doğrusu yalan söyleme becerisi de bizlerin yeteneğidir denilebilir. Belki de insan ırkınun geleceğini daha iyi yalan söyleyebilenler kurmalıdır. Burada Nietzsche’nin o meşhur hayali sorusunu tekrar sormak isterim. “Bana insanlığın bu durumu doğal mı diye sorarsanız sizlere doğanın içinde doğal olmayan bir şey olabilir mi derim” (tam cümleyi ve geçtiği kitabı unuttum ne yalan söyleyeyim)

Eğer, doğanın içinde doğal olmayan bir şey ararsak sanırım bu “yalan” olurdu. Çünkü yalan bir kırılmadır sevgili büyüklerim, yalan hiledir ve yalan hakikatin üstünün örtülmesinden ziyade hakikatin çarpıtılmasıdır. Yalan hakikat salatalığından turşu yapılmasıdır ve bağımlı tedavi merkezlerinin de mottosu olduğu üzere “salatalıktan turşu olur ama turşudan bir daha salatalık olamaz” Hakikati bütünüyle kaybederiz yalanla. Yalan mefhumu bence doğanın içinde doğal olmayacak tek mekanizmadır ve türümüzün geleceğini kurma görevini insanlar yalan üzerinden kapıyorlarsa işte bu bence bizim türümüzün geleceğinin en büyük tehlikesidir.
Hani sevimli köpeklerden bahsetmiştim ya varoluşlarını bütünüyle inşalara endeksleyen işte bizler de geleceğimizi sisteme endekslemek durumunda kalıyoruz.

Örneğin televizyon ekranında bir bakan gördüğümde düşündüğüm şey : “doğada eş bile bulamazdı bu adam ama çıkmış bana nasıl yaşamam gerektiğini dikta ediyor. Bunu da yalan mekanizmasına borçlu” oluyor. Ancak yalan mekanizmasıyla bu zat eş bulup çocuk yapmasının ötesinde, o yavrusunun gelecek nesillerini kurma habitatını, doğru dürüst yaşayan bir insana göre çok daha konforlu bir şekilde inşa edebiliyor.

Sistemin yani modernizm bence bizlere dayattığı en büyük tehlike budur. Yani gelecek nesillerimizi zekamız, bedenlerimizin kalitesi ya da şimdi bilemediğim özelliklerimiz değil de sisteme dayalı mekanizmaların belirliyor olması. Bundan çok kısa bir süre sonra fino köpeklerinin doğada hayatta kalabilmek için bize duyduğu ihtiyacı, biz de sisteme karşı duyabiliriz ve bu da muhtemelen evrimde bizi sistemin bir alt basamağına iter ve son birkaç yüzbinyıldır ikamet ettiğimiz evrim piramidindeki en üst süiti sisteme teslim edip ara katlardan birinde oturmaya başlamak zorunda kalabiliriz. En büyük sorun da dairemizi teslim ettiğimiz bir canlı değil uzamsal olarak varolmayan bir sistem olacaktır.

26 Haziran 2015 Cuma

Hey sophia, sana aşığım

Sevgi bu kadar basit mi? Aşk dediğiniz ey ulu ozanlar, pipinin kukuya girmesinden daha öte bir şey değil mi?
Yoksa sadece bu kadar mı? Saçma! Benim bir kukum yok ki, pipimin girebileceği, o zaman?

Sevgi Agorada yürürken etik ve evrensel doğru üzerine konuşmayı hayal etmek ve hayal ederken yerden taş toplamaktır, sevdiğine hediye edebilmek için, o pis kokuşmuş düşüncelerin sahibi Sokrates’in yürüdüğü yollardaki taşları!

Aşk Phili’dir, aşk Sophia’ya duyulan duygudur, aşk narsizmdir, aşk varoluşunu sevmektir, bir başka varoluşu kendi varoluşu gibi sevmek, bu varoluş devam ettirsin benim ve eş tözlü kardeşim olan tüm canlıların türünü demektir, işte aşk bu varoluşa duyulan histir, minnettir.

Aşk akıldadır! Aşk Akladır! Çıkarın artık o yüce duyguyu çürüyen bedenlerinizden, hapsetmeyin tanrıdan kopan parçaların hapsolduğu gibi, yoksa aşk tanrıdan kopan parça mıdır, bu bedenlere hapsolan?

Ne çok tanım yaptım ama yine bir bok söyleyemedim.

Aşk benim hissettiklerimdir desem, bir ben mi anlayacağım?

2 Haziran 2015 Salı

Ağırlaşmış bir narsistik kişilik bozukluğu hastası davranışı:



NKB Hastalığının en belirleyici özelliklerinden biri de dikkat çekme çabasıdır. Eğer kişi kendisine duyulan ilgilin azaldığını idrak ederse, bunun tek kaynağının kendi davranışları olduğunu düşünür. Siz bakmayın etrafındakilere öfke saçmasına, sürekli başkalarına saldırmasına, o her şeyin kaynağını kendisi olarak bilir. Aslında biraz daha gayret ederse tekrar ilgiyi toplayabileceğine kanaat getirir.

Bu ilgi toplama çabası iki sonuç doğurur. Birincisi ve davranışlarını asıl belirleyicisi, izleyenlerini hoşnut etme çabasıdır. Ama öncesine bakmak lazım ki kimleri hoşnut edebileceğini, hastanın habitatını anlayabilelim.
Hasta kişinin, hastalığı boyunca uzun süre davranış bozukluğu sergilemesinden dolayı çevresinde sadece çıkar sahipleri kalır, çünkü çıkarı olmayan bir insan artık kendisine tahammül edemez.

Bir de eleştirilmeye ve yaptığı hareketlere ayna tutulmasına karşı duyduğu hassasiyetten dolayı zaten uzun soluklu bir çevresel tasfiyeyi kendisi gerçekleştirmiştir. Sonuçta hastanın sosyal ortamı, sürekli onu onaylayan aptallar ve çıkar sahiplerinden oluşmaya başlamıştır. Seviye yerlerdedir artık. Davranışları gün be gün bu daralan sosyal çevreye uygun, yani çıkarcılara ve aptallara yönelik olacaktır.

İkinci sonuç, bu ilgi azalmasından dolayı kişi kendisini suçlamaya başlar ve büyük buhranlar geçirir ruhu. Bu hezeyan davranışlarında bozulmalara sebebiyet verir. Artık kaçınılmaz olanlar gerçekleşir, akıl süzgecinden geçir(e)mediği dikkat çekmeye yönelik tavırlar sergiler. Hani olmaz ama oldu diyelim, farzı misal bu kişi uzak diyarda bir ülkeye cumhurbaşkanı olsa, bir kürsüden halka hitap ederken, yine başı olduğu cumhurdan bir takım insanları fazlasıyla rencide edebilecek, hatta dinleyenleri bile (ki onların aklı başında olması koşuluyla) utandıracak cinsel içerikli espriler yapabilir. Bu, davranışının sonuçları hakkındaki muhakeme gücünü kaybetmesine delalettir. Siz aklı başında insanlar bu zavallı hastanın kendi yaşamını nasıl mahvettiğini görür ve onun adına korkarsınız ancak onun bunu nasıl fark etmediğini anlayamazsınız. Aslında durum tam olarak öyle değildir.

Tüm bunlar yaşanırken hastanın yüzünde istem dışı bir mutluluk oluşur, çoğu kez gülmeyi engelleyemez, bizler için utandırıcı gelen bir olay onlar için komik hatta normal gelebilir. Ancak yine de yüzündeki gülümseme de bile bir gerginlik vardır.

Aslında psikozdaki şahıs, tüm bunları yaşarken bir yandan da usu yeryüzündeki gerçek hayattadır, uzamın ve zamanın farkındadır ve kendisini felakete sürükleyen davranışlarının sonuçlarının tümüne varmaktadır.  Kişi geceleri en çok da kendisiyle çatışır ve çevresindeki insanlara davranışlarından çok daha sert kendi ruhuna davranmaktadır.

Bu, bir insanın başına gelebilecek en büyük mutsuzluktur. Sizler bu acıyı tahayyül bile edemezsiniz. Eğer bir cehennem yaratacak olsanız ve bu cehennemde verilecek en büyük cezayı düşünseniz bile bu hasta kişinin yeryüzünde yaşadığı acıların yanına yaklaşamaz.
Bu nedenle bu durumda bir insan gördüğünüzde ona kızmayın ama  ona acımayın da. Çünkü acımak acıyan kişiyi de aşağılayan bir davranıştır ki o buna değmez, Benim tavsiyem, sadece ondan uzak durun, bırakın acılarını kendi başına yaşasın.

Ve eğer sevmiyorsanız bu kişiyi ve kötülüğünü istiyorsanız onun, dua ederken şöyle seslenin inandığınız değer neyse ona,


"Rabbim, sen bu insana uzun ömürler ver, aldığı her canı, katlettiği her çocuğun hayatını onun ömrüne ekle"

1 Mart 2015 Pazar

Zikir ve Stravinsky



Bir an önyargılarınızdan sıyrılıp bu videoyu izlemenizi tavsiye ederim. İslam’da Zikrin, tüm alt anlamlarıyla birlikte Dionysosçu sanat anlayışının en son temsilcilerinden biri olduğunu hissedeceksiniz.

Sanat nedir, dans nedir, müzik nedir ve melodinin şarkı sözlerine hapsedildiği modern müzik nedir? Müziğin, doğanın bize hissettirdiği o benzersizlik hissi olduğunu mu unuttuk? Yoksa bizlere neyi ve nasıl dinlememiz gerektiği mi öğretildi? Yoksa kulaklarımız ve bedenlerimiz terbiye edildi de bizler mi bunun bilincine varamadık?


Dans sanatı ve özellikle toplu şekilde yapılan dans sanatı. Yunanlı bilgeler dansla ilgili şunu söylerler: Toplu şekilde yapılan dans gösterisinde insanların nasıl birlikte ahenk içinde hareket ettiğini görürüz ve bu bize türümüzün devam edeceğinin sonsuz anlamını bir anda hissettirir… Peki zikir de sizlere de, bu ahenkle yani doğamızdan geldiği şekliyle, birlikte hareketin ahengiyle, bir danstan aradığınızı vermiyor mu?

Ya sonsuzluk tanımı? Daha doğrusu Spinozacı tabirle, sonlu sonsuz, sonlu varlıkların an içinde yaşadıkları sonsuzluk hissi… Metafizik duygular, sanat ve aşk..

İbni-Arabi'nin ehl-i nazar dediği ve sadece nesnel dünyayı yorumlamakta muvaffak olabileceğini, ama metafizik konularda her daim insanı sınırlandırıp öğretilenler perspektifinde hissetmesine sebep olacağını bildirdiği bakış nedir?

Freud'un iç gülerimiz olarak çözümlediği, sonraki yüzyılda günümüz post-modern insanın da temellerini oluşturan Freuden psikiyatrinin evcilleştirmeye çalıştığı mefhum nedir? 

Nietzsche'yi  Wagner müziğinden uzaklaştıran neydi?

Schopenhauer "sanat, hayatın tek bir kesitinden bütün varoluşu açıklama çabasıdır" derken neyi kastediyordu? 

Shakespeare'i dünyanın en büyük filozofları arasına katan nedir? Modern Shakespeare yorumlarında bize yavan gelen nokta nedir?

Ve en önemlisi bunca medeniyete, sunulan bunca modern imkânlara rağmen, uğruna ne kadar güzel canlarımızı verdiğimiz koskoca Rönesans’a rağmen, İslam coğrafyasının bir türlü evcilleştirilememesinin nedeni nedir?

İşte tüm bunların cevabını belki de bu videoda bulabiliyorum...  Orta doğuda yaşayan insanlar belki bizlere çok acımasız gelen bir yolla gösteriyorlar, insani güdülerin, sonsuzluk arayışının her daim baki kalacağını. Bizler seküler bakış açısını kazandırmaya çalıştıkça onlar zikre sığınacaklar…Bir anlamda onlar tabiat anaya, Rablarına sığınacaklar, tıpkı eskilerin tanrı Dionysos’a sığındığı gibi….


Yaşadığım coğrafyaya her kalktığım gün minnet duyuyorum.. Bu coğrafyadan çıkmıştır yeryüzünün en insancıl düşünceleri, doğayla en barışık yaşamlar. Homeros bu topraklarda yaşamıştır her şeyden önce, bu bile öncüsüdür bütün yaşamlarımızın… Doğadan feyz alınarak yaratılan yüceler hep bu coğrafyadadır. Kimsenin aklında yokken, bizlerin içindeki düalizme ışık tutan şaraba tapmak bu topraklarda gelişmiştir.., Şarabın, insanın içindeki tanrısallığı ya da titanlığı deşifre edeceğini, ege sularına bakan insanlar anlamıştır ve doğurmuştur Zeusun baldırından Dionysosu

İslam coğrafyası, narsisistik duygularının zedelenmesi bir yana, bir nedenden daha isyan ediyor. Anti modernizm kavgasını ezilmişliğiyle birlikte veriyor ve Zikir bu anti modernizm haykırışının bence en güzel fenomenidir.

Bana zikirle eşdeğer gelen bir diğer dans vardır, Stravinsky’nin “The rite of spring” balesi..

İki dansı birlikte seyrettiğimde doğamıza uymanın, bizleri nasıl da büyük hazlar içinde bıraktığını görebiliyorum…  Sanki Zikir ve The rite of spring bizlere aynı şeyi anlatıyor, doğamızı…





10 Şubat 2015 Salı

Toplum Mimarisi

Düşünce sarmalları, mantık kurguları tamamıyla birer illüzyon sanki.  Ahlaki anlamda kurduğumuz tüm tümevarımlar birer varsayım. Geçmişte yaşandığını düşündüklerimizden, inandıklarımız (öğrendiklerimiz) üzerinden, yani bizlerden öncekilerin deneyimleri üzerinden yapılan çıkar(fayda) odaklı kuramlar. Peki, kimin çıkarı(faydası)?

Belirli bir sınıfın mı? Yoksa türümüzün mü? Tüm insanlığın mı? Tüm canlıların mı? Kimin?
Ve kimin olduğunun ne önemi kalır, eğer ki bu çıkar sahipleri şu an dünyada değilse? Bireyin çıkarına yani benim çıkarıma hizmet etmediği kesin olan normlar üzerinden, bireyin anlamına ulaşmaya çalışmak?

Ahlak bütünüyle çıkar amaçlıysa ve bu benim çıkarım değilse? Defolsun ahlak, din, adabı muaşeret, toplum mimarisi, toplumu dönüştürme çabaları…

Mantık kurguları üzerinden varılan tümler bana analitik düzlemde hiç bir şekilde ayakları yere basmayan temelsiz sarmallarmış gibi geliyor. "Anlam"ı neden sonuç ilişkisiyle aramaya çalışmak! 
Anlamı duyuların ötesinde(duyuları da analiz ederek) analitik düzleme çıkartmak, diyalektik anlam arayışları, Kartezyen yöntem ve doğanın taklidi, ama insan gibi taklidi yani “rekonstrüksiyon” Yöntem ne olursa olsun, yöntemli bir şekilde düşünceleri inşa etmeye çalışmak tamamıyla bir görünüm değil midir? Eğer ki başlangıç noktası olamayacaksa elimizde, bu mantık kurguları da dahil olmaz üzere tümü anlık değil mi? Sizler yazılı olarak hatırlanır kıldığınız için mi kalıcı olacak zannediyorsunuz ?

Sokrates’ten beri ideal insana, doğru ahlaka, bireysel erdeme ulaşmaya ve bu doğrultuda insanlığı ve toplum yaşamını inşa etmeye çalışıyoruz. 2500 yıl geçti ve bu kadar acıdan sonra halen daha bu çabanın sürdürülmeye çalışılması… Bir sonrakinin bir öncekinin yanlışlarını (insanlığın çıkarlarına karşı olduğunu düşündükleri mantık kurguları) düzeltmek istemesine ne demeli? Tüm gelen toplum mimarları bir öncekinin hatalarını düzeltmeye çabalıyorsa aslında geçmişe doğru çağ aşırı, birbirlerine dönmüş olmuyorlar mı? Ve bu işgüzarların hiçbir zaman göremedikleri, aslında toplumun belirli doğrular ekseninde, mantık kurgularıyla belirlenen yaşam şekillerine uyum sağlayamadığı gerçeği, insanın evcilleştirilememesi!

Sokrates erdemli insanların bir arada yaşamasında görüyordu evrensel mutluluğu, olmadı ve bu düşünce sonunda gitti dinleri yarattı.

Sosyalistler eşitlik peşinde koştular ancak yine bütün insanlığa zarar verdiler, kitlesel katliamlara sebep oldular.  Farklılıkları, yani benim yegâne duygu kaynağımı elimden almaya çalışıyorlar. Birbirinin eşiti briket taşlarına dönüştürmek istiyorlar bizleri ve hiç yüzleri kızarmadan da özgürlüğümüz için mücadele ettiklerini söylüyorlar. Ben iyi bilirim sizlerin özgürlük anlayışınızı, sizler için ve bütün tüm dindarlar için özgürlük, elinde başkalarının özgürlüklerini kısıtlayacak yetkinin olmaması anlamına gelir.

Demokratlara ne demeli? Rousseau’nun talebelerine. Kölenin, efendinin hizmetinde, özgür ruhlardan intikam aldığı bir dünya inşa ettiler.  

Yeşilciler, Feministler, Hegelciler, Post-Platoncular, Post yapısalcılar, Marksistler, Yahudiler, Turancılar, Ümmetçiler......  Eğer ki bir kişinin kendi mantık kurgusu ile vardığı sonuçlar tüm insanlığa mâl edilebilecek olsa sizlerin tek olmanız gerekmez miydi? Tüm insanlık, sizlerin inşa etmek için verdiğiniz savaşlarla kendi türünün bile sonuna doğru gitmiyor mu? Bir kez ama bir kez olsun, dışarıdan nasıl göründüğünüzü düşündünüz mü? Ben söyleyeyim, düşman gördüğünüz, dünyadaki mutsuzluğun kaynağı olduğunu düşündüğünüz ideoloji için ne düşünüyorsanız sizler de aynı bu şekilde görünüyorsunuz onun gözünde.. Ama o yanılıyor değil mi? Ama siz yanılmıyorsunuz!

Olmadı, olmuyor, olmayacak….. Toplum mimarisine inanmış, inançlı ideoloji sahipleri, yeter artık! Düşün insanlığın yakasından! Kendi sefil hayatlarınıza anlam kazandırabilmek adına yetmedi mi artık bu yeryüzüne ektiğiniz kötülük tohumları? Sizin tohumlarınız çürük ve ekinleriniz bizler için her seferinde zehir oluyor…

7 Şubat 2015 Cumartesi

Bir evliliğin anatomisi: Türkler ve Kürtler.

Türkiye, kendimi bildim bileli garip(?) bir şekilde yapılmış bir evliliği çağrıştırırdı. Son zamanlarda siyasal konularla ilgili biraz kafa yorduğumda, neden on yıllardır Türkiye’ye bu gözle baktığımı daha iyi anlamaya başlıyorum. Romantizmin doruklarına çıkıp Türk-Kürt meselesine medeni hukuk çerçevesinde bakma isteği gütmüyorum bunu baştan söylemeliyim. Aksine sonu baskı, zulüm ve cinayetle, ceza hukuku mahkemelerinde biten bir evliliktir benim gözümde canlandırdığım..

Hikâye genç ve yeni yeni batılılaşan bir Türk gencinin,  çıkan büyük çatışmalar sonunda öksüz kalmış dindar Kürt kızıyla konuşup, birlikte mücadele etmeye ikna etmesi ve sonrasında zorla nikahına almasıyla başlıyor. Burada neden Türkler erkek ve neden Kürtler kadın sorusunu soran olursa şöyle diyebilirim, bu İslam Tanrısının cinsiyetinin olmamasına rağmen neden hep erkek olarak düşünüldüğü gibi bir bakış açısıdır, yani bin yılların getirdiği,ezen güçlünün erkek, ezilen güçsüzün kadın olmasıyla ilişkili. Ama 21. yy Batısında yavaş yavaş da olsa bu bakış değişiyor değil mi? Gerçi onların tanrısı zaten erkekti unutmuşum. Dileyen kadın ve erkeğin yerini değiştirebilir. Yine de bu metaforu cinsiyet ayrımcılığına indirgeyenler az öteye gitsin, yazı bitince geri gelsin.

Uzun uzun cumhuriyetin kuruluşu, din kılıfına bürünmüş Kürt isyanları ve bunların vahşi bir şekilde bastırılışına anlatamam. Zaten ne tarih bilgi birikimim ne de bu yaşananları anlama istencim buna müsaade etmiyor. Ben günümüz Türkiye’sinde bu evliliğin geldiği noktayla ilgilenmek istiyorum.

Biz Türkler, karısını sürekli aldatan, kazandığı parayı orada burada çarçur eden ve buna isyan eden karısını da susturmak için sürekli döven bir erkek gibiyiz. Kadın boşanmak isterse buna müsaade etmeyen ama bunun yanında tavırlarında da hiçbir şekilde değişikliğe gitmeyen pis bir adam çağrışıyor gözümde.

Aslında çok farklı Türk tipleri olmasına rağmen Kürtlere davranış hep benzer bakış açısıyla olmuştur ki zaten güçsüze şiddeti uygulayan sadece belirli sosyal çevrelerdeki insanlar olmuyor, her sosyal sınıf, konu kendisinden güçsüze baskı uygulamak olunca benzer araçlara başvuruyor.Genel olarak Türklerin bakış açısı bu evliliğin bitmemesinden yana (ki ben de buna dahilim)  ve bitmemesi için hepsinin kendi siyasal görüş ve sosyal yapılarına göre haklı(?) sebepleri var. 

Örneğin bir kısmı namus olarak görüyor bu evliliği. Eğer boşanırsa eski eşinin başka bir hayat yaşayacağı gerçeği onu yiyip bitiriyor. Bu nedenle hiç sevmemesine rağmen onu evde zorla tutuyor. Onun da kendisini sevmediğini biliyor ve bu nefret her geçen gün büyüyor hatta tiksintiye dönüşüyor. Ama işte öğretilmişlikler var ya işte ah o öğretilmişlikler, her ikisinin de hayatını zindana çeviriyor, daha çok ezilenin tabi. Hadi milliyetçilik ve konuyu namus çerçevesinden bakan erkeğin kendi yaşamını zindana çevirmesini, kendi sorumluluğu olarak görebiliriz ama ya diğer taraf? Yazık değil mi?

Bu adi adam biraz daha medenileşmiş olursa durum değişmiyor ama sebepler değişiyor. Eşini sevmiyor, eşi onu sevmiyor, artık birlikte yaşamak istemiyor ama adam asla müsaade de etmiyor ayrılığa. En az konuya namus meselesi ekseninde bakan sefil kadar haklı sebepleri oluyor bu medeni adamın da. Sen diyor, benden boşanırsan eğer diyor, tek başına yapamazsın . Benim sana kazandırdığım seküler bakış açısını bırakır tekrar yobazlığa dönersin. Hem zaten senin elinden bir iş gelmez ki, dünya çok kötü seni hemen parçalarlar, kullanırlar seni, eski karımın, çocuklarımın annesinin bu hale düşmesine göz yumamam, hayır boşanamayız. Kadın itiraza devam ederse, primat doğasına dönüyor ve o da şiddete başvuruyor hemen!

Ben hayatım boyunca hiç oy kullanmadım. Gerçi yalan olmasın bir kez kullandım o da cumhurbaşkanını halk seçsin mi oylamasıydı. Kullanmayacaktım aslında ama seçim günü balkona çıkmıştım ve şöyle bir etrafa bakınmıştım. Sonra kendi kendime, hayır cumhurbaşkanını bu halk seçmesin, bu halkın iyi bir insanı seçme ihtimali yok. Yazı turayla seçelim, piyango yapalım ama bu halk seçmesin! Sanırım bu seçimde alışkanlıklarıma bir ara vereceğim ve HDP’ye oy vereceğim. Nedeni ise işte bu evlilik ve bu evliliğin bitmemesini istemem. Bu mutsuz evlilikte bir üçüncü tip var çünkü ve ben kendimi o tipte görüyorum.

Aileleri zorla evlendirmiştir gençleri. Ancak bir bakmışlardır ki dünyaya bakışları, hayatı yorumlayışları birbirlerine çok benziyordur.  Bu koskoca adi dünyayla tek başına mücadele etmekten korkmaktadır erkek ve eşine, eşinin mücadele azmine ihtiyacı vardır varoluş serüvenine devam etmek için. Yıllarca delikanlının ailesi kızı hep ezmiştir ve bizim delikanlı kendi sümsük metotlarıyla buna dur demek istemiştir, ama başaramamıştır. Kız artık ondan boşanmak istemektedir ve adam bu evliliğin bitmemesinin tek yolunun, artık biraz da kızın söylediklerine kulak kabartmak olduğunu bilmektedir. Kıza özgürlüğünü vermelidir, hatta kendi iradesini de ona teslim etmelidir, son bir şans olarak ona: Tamam her şey senin istediğin gibi olsun, yine de düzelmezse o zaman boşanırsın ve ben de bu hayatla tek başıma mücadele ederim, tıpkı senin gibi. Artık senin istediğin gibi yaşayalım, hiç umudum yok ama yine de bu son şansımı kullanmak istiyorum….



22 Ocak 2015 Perşembe

Kronosun laneti...

1948’de yazılan Orwell’ın  1984’ü günümüzü nasıl anlatır?
1910’da Dublin’i ve insan ilişkilerini anlatan Joyce nasıl olurda günümüz İstanbul’unu bütünüyle yansıtabilir?
19. yy sonlarında yazılan Nietzsche’nin Güç İstenci nasıl olur da  21. yy’da bütünüyle geçerli olabilir?
19. yy’da yazılan Karl Marx’ın Kapital’i nasıl olur da halen daha ulaşılması istenen bir sosyal yaşam formu sunabilir?
18. yy’da “Milletlerin Zenginliği”ni yazan Adam Smith nasıl günümüz ekonomik sistemini eksiksiz betimler?
17. yy’da yaşayan Descartes, Spinoza nasıl olurda bugünün insan ilişkilerine ışık tutabilir? Peki ya Hobbes, nasıl olurda bugünün Türkiye’sinin devlet işleyişini hiç yanılmadan anlatabilir?




6. yy’da Prokopios’un  yansıttığı, devlet mekanizmaları içerisindeki sahtelik ve entrikalar, nasıl olur da 21. yy’da hiç değişmeden, siyasetçilere çıkar sağlamaya devam edebilir?




İ.Ö 4. yy’da kaleme alınan, Platon’un siyaset kuramlarının bir derece bile farklılık göstermeden devam etmesine ne demeli?
İ.Ö 6. yy'da Ezop'un yazdığı masallarının  anlattıkları, insan ilişkileri açısından nasıl olur da hiç değişmez ?
İ.Ö 10. yy'da yazımı başladığı düşünülen Kitab-ı Mukaddes nasıl halen daha dünya düzenine yön verebilir?

Siz halen daha zamanın ileri gittiğini ve toplumların ilerlediğini mi düşünüyorsunuz?
Zeus'un babası Kronos'un insanlara laneti bu olsa gerek, zaman yanılgısı....