Son anda yetiştiği otobüs çift katlıydı, ikinci katında
boğuk bir hava ve bu yetmezmiş gibi bir de yüksek sesle telefonla konuşan bir
kadın vardı. Yine tüm çevresini küçümser bir hissiyatla doldu içi. Çevresine tiksintiyle bakıverdi her görüntü
için kendince küçümsemelere kapıldı.
Örneğin şu cıvıl cıvıl renklerdeki şalvar gibi şeyi giymiş,
45-50 yaşlarındaki adam da neyin nesiydi? Muhtemelen bir yerlerde genç kızların
dikkatini çekebilmek için hippicilik oynuyordu. Ya şu badem bıyıklı suratsız
amca? O da sabah karısının kalbini
kırarak çıkmıştı evden kuşkusuz. Karısını görseydi adamın, ona da kesin
bambaşka bir aşağılık sıfat yerleştirecekti.
Sonra kitabıma dönüp düşler âlemine dalarım diye düşündü.
Kitabı çıkarttı, önce çevresini kontrol etti acaba kendisine bakan biri daha da
önemlisi bakmasına değecek biri var mı diye. Yıllardır değişmez bir
alışkanlıktı bu Tuncay için, kitap okurken çevresindeki insanlar ona bakıyor mu
diye etrafını kolaçan etmek yani. Ama yıllar içinde kendiliğinden değişen bu
kolaçan etme hareketinin nedeni olmuştu. Gariptir ki bazen alışkanlık değişir
yanı sıra o alışkanlıklara sebep olan hissiyat aynı kalır. Örneğin bir insan
kıskançsa bunu her değişiminde farklı yollarla gösterir, hissiyatı hep
aynıdır. Nadiren de olsa bazen hissiyat tam zıttı yönde değişir ve aynı
alışkanlıkta beden bulur. Bilgi bir nesne gibi sanki, insan ihtiyacı olanın çok
küçük bir kısmına sahip olduğunda, sahip olmadığı bölümünün de kendisinde
olduğunu göstermeye çalışır ve bu öğreniyor olma edimi onun için gurur kaynağı
olur. Sonra bir an gelir ve o zaman işte bilgiye sahip olmanın ne kadar büyük
bir lüks olduğunu idrak eder ve bilgiye sahip olma onun utancı haline gelir. Etrafında
kendisinin kitap okuduğunu gören biri onu utandırmaktadır artık.
Tuncay tam kitabını açıp an zamandan, zamansız roman
dünyasına dalmak üzereyken uyarıcı bir eyleme şahit oldu ve bir anda tekrar dünyaya
zorunlu iniş yaptı.
Otobüse bindiğinde dikkatini çekmemiş olan 2 kişi vardı. Birisi
bir kadın diğeri de bir oğlancağız. Oğlan hanım kızımıza bir şeyler soruyordu
ve bu cüretkâr tavır bir anda yine haklı çıkartmıştı Tuncay’ı, insanların
çirkinliği konusunda hissettiklerinde.
Önce oğlan, yüzünde çok iffetsiz bir ifade ile kıza seslendi “Af
edersin o kutudaki nedir?” Kız hafif rahatsız, hafif de tedirgin buz gibi bir
sesle cevap verdi. “Keman”. Oğlan üstelemekte ısrar etti “Ben de çok istiyorum çalmayı ama kimse
öğretmedi.”
Aman allahım bu nasıl bir aptallık, nasıl göremiyor bu aptal
herif kızın ona bakmayacağını, onu istemediğini. Kızın ses tonlamasından, vücut
diline her şey açık ediyordu oysa bunu. Kendisi olsa şıp diyerekten anlardı
bütün bu durumu. Zaten asla sokmazdı böyle bir duruma kendisini, en başta keman
kutusunu tanırdı.
Kız devam etti, devam edişinde hiçbir hissiyat yoktu . Ne
bir sinir, ne bir sevinç, ne de bir tedirginlik “Ne kadar güzel ailene söyle o zaman”
Tuncay artık yüzü kitaba dönük, göz ucuyla bu sıradan ve garip olayı izliyordu. Acaba çocuk ne kadar daha adileşebilecek, aptallığındaki
küstahlığı ne kadar daha devam ettirecek diye düşünüyordu ki bizim aptal Tuncay’ın
bile beklemediği kadar keskin bir hareket yaptı, yerinden kalkıp kızın
yanındaki boş yere oturdu.
İşte o anda sakin, vakur görünüşlü ve henüz hiçbir kulp
takamadığı o sıradan kız birden tedirginleşti ve çıkıştı oğlana. “Ne münasebet,
neden bu kadar yer varken kalkıp yanıma oturdun?”
İşte şimdi Tuncay’ın sırası geliyordu, pek huyu değildi yine de bir müdahale gerekiyordu. Eğer oğlan üstelerse ve daha da çirkinleşirse o zaman
yerinden kalkacak ve kızın korkularını bastıracak müdahaleyi yapacaktı. Ohh
Kahramanımız Tuncay! Bir yandan çocuğa da acımıyor değildi hani. Bu kadar ego
kırıcı bir olayı hak ediyordu hak etmesine ama işte insan başkasının adına
utanır ya o hissiyat da geçmişti içinden.
Çocuk birden ürktü, ilk başta fark ettiği yüzündeki o
iffetsiz ifade daha da bir belirginleşti. İfade belirginleştikçe başka bir şey
çıkıyordu sanki altından. O iffetsizlik olarak gördüğü şeyin aslında çok doğal
bir bakış olduğunu sezmeye başlamıştı. İffetli bakış aslında yapmacık, yani
kötü olandı kim bilir?
Oğlanımızın verdiği cevap bir anda midesine oturdu Tuncay’ın.
Oğlan sessizce “Özür dilerim ben geri zekâlıyım da, ondan böyle oluyor” dedi ve
hemen kalktı kızın yanından başka yere oturdu. Oturur oturmaz dizleri
titriyordu. Çocuk gerçekten hastalıklı derecede bir zeka özürlüydü demek!
Kızın yüzü de dehşete düşmüş bir ifadeye büründü. Eli ayağına dolaştı ve hemen yerinden kalkıp bu kez o oğlanın yanına oturuverdi ertesinde kemanını kutusundan çıkartıp bir şeyler anlatmaya başladı.
Bir anda mizansen olan her şey gerçeğe dönmüştü. Kız utanç içindeydi, oğlan utanç içindeydi ama en fazla da arkalarından onları gizli gizli seyreden Tuncay utanç içindeydi.
Bir anda mizansen olan her şey gerçeğe dönmüştü. Kız utanç içindeydi, oğlan utanç içindeydi ama en fazla da arkalarından onları gizli gizli seyreden Tuncay utanç içindeydi.
Evet, oğlan gerçekten geri zekalıydı. Zekâsı daha geriydi,
peki kimden? Kızdan ve Tuncay’dan ve muhtemelen otobüsteki bütün yolculardan.
Ya telefonla konuşan kadın? O da telefonla yüksek sesle konuşurken başkalarını
rahatsız edebileceğini bilen Tuncay’dan gerice bir zekaya sahipti. Peki ya
Tuncay? Peki o çok mu ileri bir zekaya sahipti? Mesela kitap okuyormuş gibi
yapıp insanların aralarındaki diyalogları dinlememesi gerektiğini bilen
birileri yok muydu bu mekanda? Mesela badem bıyıklı amca hiç oralı olmamıştı,
demek ki Tuncay da o amcadan daha geri zekalıydı. Otobüsteki herkes ama herkes
geri zekalıydı, içlerinde bir tek bu oğlan biliyordu bunu ve bu yüzden
şimdi kemancı kızla hoş bir sohbete dalmışlardı. Oğlanımızın gülerken ağzının
kenarından biraz su bile akıyordu, artık bu ona sevimli bir görüntü
veriyordu, içtenliğin güzelliği kaplamıştı bir anda onları.