21 Aralık 2015 Pazartesi

geri zekalılar

Son anda yetiştiği otobüs çift katlıydı, ikinci katında boğuk bir hava ve bu yetmezmiş gibi bir de yüksek sesle telefonla konuşan bir kadın vardı. Yine tüm çevresini küçümser bir hissiyatla doldu içi. Çevresine tiksintiyle bakıverdi her görüntü için kendince küçümsemelere kapıldı.

Örneğin şu cıvıl cıvıl renklerdeki şalvar gibi şeyi giymiş, 45-50 yaşlarındaki adam da neyin nesiydi? Muhtemelen bir yerlerde genç kızların dikkatini çekebilmek için hippicilik oynuyordu. Ya şu badem bıyıklı suratsız amca?  O da sabah karısının kalbini kırarak çıkmıştı evden kuşkusuz. Karısını görseydi adamın, ona da kesin bambaşka bir aşağılık sıfat yerleştirecekti.

Sonra kitabıma dönüp düşler âlemine dalarım diye düşündü. Kitabı çıkarttı, önce çevresini kontrol etti acaba kendisine bakan biri daha da önemlisi bakmasına değecek biri var mı diye. Yıllardır değişmez bir alışkanlıktı bu Tuncay için, kitap okurken çevresindeki insanlar ona bakıyor mu diye etrafını kolaçan etmek yani. Ama yıllar içinde kendiliğinden değişen bu kolaçan etme hareketinin nedeni olmuştu. Gariptir ki bazen alışkanlık değişir yanı sıra  o alışkanlıklara sebep olan hissiyat aynı kalır. Örneğin bir insan kıskançsa bunu her değişiminde farklı yollarla gösterir, hissiyatı hep aynıdır. Nadiren de olsa bazen hissiyat tam zıttı yönde değişir ve aynı alışkanlıkta beden bulur. Bilgi bir nesne gibi sanki, insan ihtiyacı olanın çok küçük bir kısmına sahip olduğunda, sahip olmadığı bölümünün de kendisinde olduğunu göstermeye çalışır ve bu öğreniyor olma edimi onun için gurur kaynağı olur. Sonra bir an gelir ve o zaman işte bilgiye sahip olmanın ne kadar büyük bir lüks olduğunu idrak eder ve bilgiye sahip olma onun utancı haline gelir. Etrafında kendisinin kitap okuduğunu gören biri onu utandırmaktadır artık.

Tuncay tam kitabını açıp an zamandan, zamansız roman dünyasına dalmak üzereyken uyarıcı bir eyleme şahit oldu ve bir anda tekrar dünyaya zorunlu iniş yaptı.
Otobüse bindiğinde dikkatini çekmemiş olan 2 kişi vardı. Birisi bir kadın diğeri de bir oğlancağız. Oğlan hanım kızımıza bir şeyler soruyordu ve bu cüretkâr tavır bir anda yine haklı çıkartmıştı Tuncay’ı, insanların çirkinliği konusunda hissettiklerinde.
Önce oğlan, yüzünde çok iffetsiz bir ifade ile kıza seslendi “Af edersin o kutudaki nedir?” Kız hafif rahatsız, hafif de tedirgin buz gibi bir sesle cevap verdi. “Keman”. Oğlan üstelemekte ısrar etti  “Ben de çok istiyorum çalmayı ama kimse öğretmedi.”

Aman allahım bu nasıl bir aptallık, nasıl göremiyor bu aptal herif kızın ona bakmayacağını, onu istemediğini. Kızın ses tonlamasından, vücut diline her şey açık ediyordu oysa bunu. Kendisi olsa şıp diyerekten anlardı bütün bu durumu. Zaten asla sokmazdı böyle bir duruma kendisini, en başta keman kutusunu tanırdı.

Kız devam etti, devam edişinde hiçbir hissiyat yoktu . Ne bir sinir, ne bir sevinç, ne de bir tedirginlik  “Ne kadar güzel ailene söyle o zaman”
Tuncay artık yüzü kitaba dönük, göz ucuyla bu sıradan ve garip olayı izliyordu. Acaba çocuk ne kadar daha adileşebilecek, aptallığındaki küstahlığı ne kadar daha devam ettirecek diye düşünüyordu ki bizim aptal Tuncay’ın bile beklemediği kadar keskin bir hareket yaptı, yerinden kalkıp kızın yanındaki boş yere oturdu.

İşte o anda sakin, vakur görünüşlü ve henüz hiçbir kulp takamadığı o sıradan kız birden tedirginleşti ve çıkıştı oğlana. “Ne münasebet, neden bu kadar yer varken kalkıp yanıma oturdun?”
İşte şimdi Tuncay’ın sırası geliyordu, pek huyu değildi yine de bir müdahale gerekiyordu. Eğer oğlan üstelerse ve daha da çirkinleşirse o zaman yerinden kalkacak ve kızın korkularını bastıracak müdahaleyi yapacaktı. Ohh Kahramanımız Tuncay! Bir yandan çocuğa da acımıyor değildi hani. Bu kadar ego kırıcı bir olayı hak ediyordu hak etmesine ama işte insan başkasının adına utanır ya o hissiyat da geçmişti içinden.

Çocuk birden ürktü, ilk başta fark ettiği yüzündeki o iffetsiz ifade daha da bir belirginleşti. İfade belirginleştikçe başka bir şey çıkıyordu sanki altından. O iffetsizlik olarak gördüğü şeyin aslında çok doğal bir bakış olduğunu sezmeye başlamıştı. İffetli bakış aslında yapmacık, yani kötü olandı kim bilir?

Oğlanımızın verdiği cevap bir anda midesine oturdu Tuncay’ın. Oğlan sessizce “Özür dilerim ben geri zekâlıyım da, ondan böyle oluyor” dedi ve hemen kalktı kızın yanından başka yere oturdu. Oturur oturmaz dizleri titriyordu. Çocuk gerçekten hastalıklı derecede bir zeka özürlüydü demek!
Kızın yüzü de dehşete düşmüş bir ifadeye büründü. Eli ayağına dolaştı ve hemen yerinden kalkıp bu kez o oğlanın yanına oturuverdi ertesinde kemanını kutusundan çıkartıp bir şeyler anlatmaya başladı.
Bir anda mizansen olan her şey gerçeğe dönmüştü.  Kız utanç içindeydi, oğlan utanç içindeydi ama en fazla da arkalarından onları gizli gizli seyreden Tuncay utanç içindeydi.


Evet, oğlan gerçekten geri zekalıydı. Zekâsı daha geriydi, peki kimden? Kızdan ve Tuncay’dan ve muhtemelen otobüsteki bütün yolculardan. Ya telefonla konuşan kadın? O da telefonla yüksek sesle konuşurken başkalarını rahatsız edebileceğini bilen Tuncay’dan gerice bir zekaya sahipti. Peki ya Tuncay? Peki o çok mu ileri bir zekaya sahipti? Mesela kitap okuyormuş gibi yapıp insanların aralarındaki diyalogları dinlememesi gerektiğini bilen birileri yok muydu bu mekanda? Mesela badem bıyıklı amca hiç oralı olmamıştı, demek ki Tuncay da o amcadan daha geri zekalıydı. Otobüsteki herkes ama herkes geri zekalıydı, içlerinde bir tek bu oğlan biliyordu bunu ve bu yüzden şimdi kemancı kızla hoş bir sohbete dalmışlardı. Oğlanımızın gülerken ağzının kenarından biraz su bile akıyordu, artık bu ona sevimli bir görüntü veriyordu, içtenliğin güzelliği kaplamıştı bir anda onları.

9 Aralık 2015 Çarşamba

İlk şairi getirin bana!


Buğdayı ilk evcilleştiren insanı hep merak etmişimdir. O ilk dehayı, o ilk meraklı ve bütün bilim insanlarının atasını. Adını sanını bilmeyiz onun ki zaten o zamanlar belki ad bile yoktu kim bilir…

“Neden bu kadar önemli o ilk buğdayı bulan kişi” sorunun cevabı için koskoca antropoloji kitapları yazılmıştır, buğdayı evcilleştirmenin bütün toplum yaşamımızın başlangıcı olduğu üzerine. Evet şehirler, mekanik teknoloji hep o ilk evcilleşen buğday yüzünden olmuştur. Bugünümüze olan etkilerine bakıldığında sevmeli miyiz o adamı, yoksa lanetler mi yağdırmalıyız bunu hiçbir zaman bilemeyiz sonuçta yine sadece karar ve ikna üzerine yürüyen sonsuz paradoksal toplum bilim tartışmalarının içinde buluruz kendimizi.
Benzer hissiyatları ilk mağara resmini yapan plastik sanatçısı, ilk yerleşkesini kuran peyzaj mimarı için de duyumsuyorum ve anlamaya çalışıyorum hangi evrimsel süreç, insanları bu edimlere sürüklemiştir diye.

Bu öncü insanları, daha havalı bir kelimeyle ifade etmek istersek avangart ruhların bana yansımasını, klasik batı düşüncesiyle “fayda ve zarar” düzleminde değerlendirmeyi bırakalı çok zaman geçti kendi adıma. Onları anlama isteği ise sonu gelmez bir çaba olarak Lim X --> sonsuz giderken uğraştığım sonsuz hakikat arayışından biri olarak benimle daim olacak. Onların edimlerinin üzerindeki sır örtüsünü kaldırmayı başardıkça belki de Nietzsche’nin hakikatin herhangi bir örtü kaldırarak ulaşılabilinecek bir mefhum olmadığını belirtirken ne demek istediğini idrak edeceğim.  Çünkü kaldırdığım her örtü gidip başka bir hakikatin üstünü örtecek ve ben hakikate ulaşma adına sadece örtülerle muhatap olacağım.

Bu avangart ruhları kendime olan faydayla anlamaya çalışmasam da yine de hepsinin ediminde maddi bir gerekçe bulabiliyor insan. Yani ilk resim belki de bir av planı içindi, buğdayı evcilleştiren bilim insanının da derdinin öz fayda olduğuna çok kolay bir akıl yürütme ile ulaşabiliriz.
Peki ilk şairin derdi neydi? İlk şiiri kim neden yazdı? Hangi ihtiyacı karşılamak için bu uğraşa kapılmıştı? İnsanların birbirleriyle iletişim için icat ettikleri dili, hangi amaçla yeniden düzenleyip kullanmıştı? Eğer ki her yenilik bir yaraya merhem olduysa, bir pharmakon ise, şiirin de sadece ruhlarımıza hitap ettiğini de düşünürsek, yoksa ilk şairden hemen önce mi o doymak bilmez ruhlarımızın ihtiyaçları ortaya çıkmıştı?

Noah Harari’nin “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens” kitabında, bizim buğdayı evcilleştirdiğimiz önermesine verdiği “hayır biz buğdayı değil, aslında buğday bizi evcilleştirmiştir, biz yaşamlarımızı buğdaya göre düzenlemişizdir, buğday bize göre değil” cevabına bir şerh koyarak katılmamak mümkün değil. O şerh de şu ki; buğdayın bizi evcilleştiriyor olduğu ve bize hükmettiği muhakkak ama o ilk kişi, işte O gerçekten buğdayı evcilleştirmişti. Buğday durduğu yerde duruyordu ilk edim O’ndan geldi ve onun evcilleştirdiği buğday sonrasında gelen tüm nesillere hükmetmeye başladı.  Acaba buğdayı ilk evcilleştiren ve sonrasında bizi buğdayın hükmüne teslime eden kişi gibi ilk şair de, bizi ruhlarımızın hükmüne teslim eden öncü müydü?