Tarihi dramalarda(Sinema filmi,tiyatro oyunu,roman,şiir)
ezenle ezilen (köleyle efendi) arasındaki en büyük ayrımı gözler önüne sermek,
kölelerin çektiği acıları, yaşam koşullarını betimlemek için ivedi bir sahne
vardır, yürek yakan yolculukları. Taş ocağı işçileri resmedilirken, taş
kırarkenki halleri değil de, taş ocağına
götürülürken uygulanan acımasızca zulümler, Yahudiler’i toplama kamplarına
götüren trenlerdeki, sefil ve çilekeş halleri gösterilir. Dramaların mantığının, insanların empati
duygularını hareketlendirip, hayali sahnelerden en büyük etkiyi almaları olduğu
düşünülürse, acımasız yolculukların önemi daha da bir net anlaşılabilir.
Burada çok büyük bir ikiyüzlülük gözden kaçmamalıdır. Çağımızda
bu dramalarda oynayan oyuncular, dramaları seyreden insanlar, belki de hayali karakterlerin
hayatlarında bir ya da iki kez yaşadığı bu işkenceyi her gün yaşamaktadırlar. İstanbul’da
bir varoşa giden otobüs, minibüs ya da herhangi bir toplu ulaşım aracında
insanlar, kölelere yakışır bir muamele görmektedirler. Bu kadar korkulan ama
bir yandan da bu kadar kabullenilmiş bir eylemin analiz edilmesi, büyük resmi
görmek için elverişli bir diyalektik ortamdır. Bu noktada 2 alt konuya gideriz.
Birincisi, insanlar, Modernizm'in ötesine geçildiği (post-modernizm), refah
seviyesinin en üst düzey olduğu bir dönemde neden bu kadar acımasız bir
muameleye maruz kalıyor.
İkincisi ve daha önemlisi ise, insanlar nasıl oluyor da
dramalarda bu kadar korkuyla karşıladıkları sahneyi, kendi hayatlarının normal
bir parçası olarak hiç çekinmeden kabullenebiliyorlar.
İnsanların neden bu kadar kötü muameleye maruz kaldığının
yanıtı, aslında merhamette yatıyor. Kötü kalp merhametli olduğunda hayat en
büyük günahlara gebe demektir. Varlıklı insanlar hakları olarak (kendilerince)
iyi ve güzel bir yaşamı istiyorlar. Modern anlayışta, iyi ve güzelliğin
“Kalite” ile özdeş olduğu düşünüldüğünde, kalitenin elde edilmesinin temel erek
olduğu anlaşılır. Ancak “kalite” kelimesine gerçek anlamını veren nesnelerin ya
da kavramların üzerindeki emektir. Bu durumda
kentsoylular, kaliteyi elde edebilmeleri için yaşamlarında önemli bir
emeğe, daha da ötesi köleleriyle yakın temasa ihtiyaç duyarlar. Kahveleri güzel
pişmelidir ve güzel servis edilmelidir. Yemekleri lezzetli olmalı, yaşam
alanları temiz olmalı ve her türlü ihtiyaçlarına fazla vakit (burada zaman
da çok önemli bir noktadır, az sonra
onlar da vakitlerini efendilerine hizmet etmekle geçirmek zorundadırlar çünkü)
harcamadan ulaşabilmelidirler. Kısacası, bu kalitenin sağlanması için de
kendilerinin asla karşılayamayacakları önemli bir emek mekanizmasına ihtiyaç
duymaktadırlar. Aslında bu durum köle efendi ayrımının yaşanmaya başladığı ilk
çağlardan beri süregelen bir durumdur, ancak hiç bir zaman bugünkü kadar vahşi
bir hal almamıştır. Bu vahşetin temel kaynağı ise başta da belirttiğim gibi merhamettir.
İnsanlar ister dinsel öğretiler ya da liberal ahlakla olsun , ister Marksist
kültürle olsun hep bir merhametliliğe öykündürülmektedirler. Burada bir atasözü
çok uygun düşmektedir. “Ayı yavrusunu severken boğarmış” işte konunun özü burada
yatmaktadır. Artık efendiler çok daha merhametlidirler ve tam da bu yüzden
köleler tarihlerindeki en büyük zulümle karşı karşıyadırlar. Efendi sırf
merhametinden, kölesinin çektiği zulmü görmek istememektedir. Kendisinden uzak
olduğu durumda, yani az ötede (çok da değil) yaşadığı bütün işkenceler onun hayatının
dışında kalacaktır. Güney Amerika'dan gelmiş o mis kokulu kahvesini, tam da
estetik anlayışına göre ışıklandırılmış caddeyi seyrederken içmek istemektedir
ve o anda caddede, soğuktan titrerken vitrinleri seyreden bir çocuk görmeye
tahammül edememektedir. İşte modern efendinin merhameti burada yatmaktadır. Bu
edimin altında, elbette ki birden fazla duygu birlikte hareket etmektedir,
mesela korku. Zaten merhametin asıl kaynağı da korku değil midir ?
Modernizmin daha
hazırlık aşamasında (pre-modernizm) yazılan Goethe’nin Faust’unda bu mekanizma
çok güzel bir şekilde hikayelendirilmiştir. Kahramanımız Faust muhteşem bir
liman kent kurmaktadır. Liman kent kurulurken işçiler acımasızca
çalıştırılmaktadır. Acaba Stalin Petersburg’a inşa ettiği limanın yapımı sırasında ölen yüz binleri hangi
duyguyla seyrediyordu dersiniz? İşte Faust’da en az dönemin sosyalistleri kadar
heyecan duyuyordu bu yapıttan. Gelgelelim simgesel noktaya. Bu limanın kurulu
olduğu bölgede ilk çağ cennetinden çıkmış izlenimi veren yaşlı bir çift
yaşamaktadır ve Faust buna tahammül edememektedir. Görünümde sadece çalışma
edimine verdiği anlamdan dolayı onların toprağını istemektedir. Hatta şöyle der
“Özgürlüğü ve yaşamı, her gün onu yeniden kazanmaya çalışanlar hakeder”. Belki
de çevresinde, güçsüz, tembel ama mutlu
insanlar görmeye tahammülünün kalmamasıdır sebep. Eğer bir insanın, güçsüz ama
mutlu olduğu doğruysa, neden ruhunu şeytana sattığını sorgulaması gerekmeyecek
miydi? Adamlarına bu çiftin nasıl olursa
olsun oradan uzaklaştırılmasını ve başka bir yere nakledilmesini ister, ancak
nasıl yapacaklarını bilmek istemez. Hikayenin sonunda Faust’un istediği olur
elbet, o arazi artık onundur, yaşlı çift ise kendilerini ziyarete gelen iyi
yürekli bir gezginle birlikte öldürülmüştür. İşte bu, tam da bizim modern
efendilerimize göre bir yaklaşımdır. İnsanlar onların yaşam kalitelerini
korumak adına, köle olarak hayatlarına devam etmeliler, bunu bilirler, ancak
nasıl çileler çekeceklerini bilmek istemezler. O temiz erdemli yürekleri bu
bilgiyi kaldıramamaktadır, hepsi en az ruhunu şeytana satan Faust kadar
merhametlidirler çünkü. Dahası da var, büyük usta bu iki yaşlı insana Ovid’den
isimler vermiştir; Philemon ve Baucis.
Bu isimler çok önemlidir, çünkü hikayeye göre Frigya'nın tek dindar çifti olan
bu iki iyi yürek, Jüpiter ve Merkür tanrılarını misafir ettikleri için şehri
vuran felaketten etkilenmemiştirler. Ancak Nietzsche’nin de dediği gibi modern
çağda “Tanrı ölmüştür ” ve bu ihtiyarlar nasıl olurda duymamıştır bunu halen
daha ormanlarında. Tanrı öldü metaforunun belki de kaynağı bu hikayedir kim
bilir. Modern çağda artık dinler tanrısızdır ve sadece amaca yönelik birer devinimdirler.
Sözün özü şehir köleleri artık istemiyordur ve teknoloji de
onların KUSULMASINA hizmet etmekte oldukça isteklidir. Yoksa neden otobüs icat
edilsin ki? Siz hiç otobüsü üreten mühendisin ve onun bu muhteşem eserinin
hayata geçirmesini destekleyen insanların, test sürüşleri dışında toplu taşıma
kullandığını düşünüyor musunuz ? Kentsel
dönüşüm kelimenin tam anlamıyla budur. Ama siz kentsoylular bir korku daha
olmalı içinizde, unutmayın ki o varoşlarda korunaklı, devasa siteler de inşa
ediliyor. Kim için dersiniz ?
Resmin diğer tarafında, bu muhteşem kentsel dönüşümü, davul
ve zurnayla karşılayan KUSMUK parçalarında ise durum çok daha farklı
yansımaktadır. Bu insanların perspektifleri yoktur. Bakışları, mefhumları,
herhangi bir noktadan çıkışla algılama üzerine kurulu değildir, nesneler,kavramlar
ve olaylar tek boyutludur ve yorumlanamazlar. Bu insanlar, kendilerine
verilenden öte bir algı gücüne sahip değildirler, olmak da istemezler zaten. Bu
durumun kapasite ile ya da başka herhangi bir doğuştan gelen özellikle ilgisi
yoktur. Direkt olarak öğretilmişlik, kaçış ve içgüdülerin tatmini üzerine
kurulmuştur yaşamları (Varlıkları).
Modern köle bu kahredici yolculuğuna tahammül edebilmektedir
çünkü aslında köle değildir, o da bir efendidir kendince, ancak belki biraz
daha merhametsizdir. Modernizm öncesi dönemde, köleler transferleri sırasında,
köle olduklarını bilirler ve bu şekilde davranırlar ve bu şekilde hissederler
ve işte tam da bu yüzden her daim isyan potansiyeli taşımaktadırlar. Ancak
modern kölelerimiz bu bilgiden yoksundur, onlara bu hissiyat unutturulmuştur
dahası. O pis, insansı, güçlülük güdülerini tatmin edebilmeleri için, onlara
otobüs şoförünü paylama hakkı verilmiştir, su satan acizi
aşağılayabilmektedirler ve tinercileri ve akli dengesi bozuk insanları ve
yaşlıları ve çocukları, kestirmeden söylemek gerekirse, hayvanlara yakışır
şekilde kendilerinden aşağı gördükleri her varlığa kötü davranma hakları
verilmiştir onlara.Bir gün, o da belki gerçekten efendi olacaktır, belki de
çocuğu, bu hakkı da bakidir bir yandan. Bu ona tahammül etmeden ziyade adapte
olma gücü vermektedir. Belki de sadece bu hakka kavuşacağı günü düşünerek
düzenin devamlılığını korumalıdır.
Köle erkeklerine , kadınlarını köle etme hakkı da verilmiştir.
Ancak bu hak efendileri tarafından verilmemiştir elbet. İngiltere Kralı nasılsa
krallık hakkını, yasalardan değil de Tanrı’dan alıyorsa, bu çakma efendiler de
kadınlarına zulmetme hakkını dinlerinden ve törelerinden almaktadırlar. Sonunda
efendilik havucu verilmemiş tek grup olan köle kadını kalıyor geriye,
susturulması gereken , avutulması gereken , oyalanması ve asla isyan etmemesi
gereken zincirin en son ve en önemli halkası. Ona da bol çocuk (ki bu sadece
avutmak için değil efendilere yeni köle yetiştirmesi içindir de) ve sınırsız din-ahlak(Buradaki ahlak kelimesi
kesinlikle bireysel etik ile karıştırılmamalıdır,daha ziyade bacak arası ahlakı)
verilmektedir. Aklınca o da kocalarının efendilerinin
eşlerini (bu yoldan çıkışla aslında kocalarının efendilerini), ahlaksızlıkları
ve dinsizliklerinden dolayı aşağılayabilmektedir. Din ve ahlaktan hamura dönmüş
ruhlarına bu öğreti yetmektedir de artmaktadır bile. Bu noktada zincir
tamamlanmıştır ve herkes birilerini aşağılamış, o pis insansı tatmin duygusuna
erişmiştir.
Modern toplumun en güzel hilesi köle efendi ayrımını, iki
kutuplu bir mıknatıstan, çok değişkenli bir piramide çevirmiş olmasıdır. Bu da
kurumsallaşan insansı hakimiyet gücünün, şimdilik vardığı son noktadır. Bir
filmde vardı, sanırım Olağan Şüpheliler. “Şeytanın yaptığı en büyük kurnazlık,
insanları olmadığına inandırmasıdır” diyordu. Sanırım modernizmdeki köle efendi
ayrımını da bu söz gayet güzel açıklamaktadır.
Ve en sevdiğim nokta “zincir metaforu”, siz köpeğinizi
tasmayla mı gezdirmek istersiniz ? yoksa tasmasını çıkartmanıza rağmen sizin
her sözünüze itaat ederek ve sadece siz istediğinizde kıçınızda dolaşmasını mı
?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder