5 Eylül 2013 Perşembe

Varoşlara yolculuk


Tarihi dramalarda(Sinema filmi,tiyatro oyunu,roman,şiir) ezenle ezilen (köleyle efendi) arasındaki en büyük ayrımı gözler önüne sermek, kölelerin çektiği acıları, yaşam koşullarını betimlemek için ivedi bir sahne vardır, yürek yakan yolculukları. Taş ocağı işçileri resmedilirken, taş kırarkenki halleri değil de,  taş ocağına götürülürken uygulanan acımasızca zulümler, Yahudiler’i toplama kamplarına götüren trenlerdeki, sefil ve çilekeş halleri gösterilir.  Dramaların mantığının, insanların empati duygularını hareketlendirip, hayali sahnelerden en büyük etkiyi almaları olduğu düşünülürse, acımasız yolculukların önemi daha da bir net anlaşılabilir.

Burada çok büyük bir ikiyüzlülük gözden kaçmamalıdır. Çağımızda bu dramalarda oynayan oyuncular, dramaları seyreden insanlar, belki de hayali karakterlerin hayatlarında bir ya da iki kez yaşadığı bu işkenceyi her gün yaşamaktadırlar. İstanbul’da bir varoşa giden otobüs, minibüs ya da herhangi bir toplu ulaşım aracında insanlar, kölelere yakışır bir muamele görmektedirler. Bu kadar korkulan ama bir yandan da bu kadar kabullenilmiş bir eylemin analiz edilmesi, büyük resmi görmek için elverişli bir diyalektik ortamdır. Bu noktada 2 alt konuya gideriz.

Birincisi, insanlar, Modernizm'in ötesine geçildiği (post-modernizm), refah seviyesinin en üst düzey olduğu bir dönemde neden bu kadar acımasız bir muameleye maruz kalıyor.
İkincisi ve daha önemlisi ise, insanlar nasıl oluyor da dramalarda bu kadar korkuyla karşıladıkları sahneyi, kendi hayatlarının normal bir parçası olarak hiç çekinmeden kabullenebiliyorlar.

İnsanların neden bu kadar kötü muameleye maruz kaldığının yanıtı, aslında merhamette yatıyor. Kötü kalp merhametli olduğunda hayat en büyük günahlara gebe demektir. Varlıklı insanlar hakları olarak (kendilerince) iyi ve güzel bir yaşamı istiyorlar. Modern anlayışta, iyi ve güzelliğin “Kalite” ile özdeş olduğu düşünüldüğünde, kalitenin elde edilmesinin temel erek olduğu anlaşılır. Ancak “kalite” kelimesine gerçek anlamını veren nesnelerin ya da kavramların üzerindeki emektir. Bu durumda  kentsoylular, kaliteyi elde edebilmeleri için yaşamlarında önemli bir emeğe, daha da ötesi köleleriyle yakın temasa ihtiyaç duyarlar. Kahveleri güzel pişmelidir ve güzel servis edilmelidir. Yemekleri lezzetli olmalı, yaşam alanları temiz olmalı ve her türlü ihtiyaçlarına fazla vakit (burada zaman da  çok önemli bir noktadır, az sonra onlar da vakitlerini efendilerine hizmet etmekle geçirmek zorundadırlar çünkü) harcamadan ulaşabilmelidirler. Kısacası, bu kalitenin sağlanması için de kendilerinin asla karşılayamayacakları önemli bir emek mekanizmasına ihtiyaç duymaktadırlar. Aslında bu durum köle efendi ayrımının yaşanmaya başladığı ilk çağlardan beri süregelen bir durumdur, ancak hiç bir zaman bugünkü kadar vahşi bir hal almamıştır. Bu vahşetin temel kaynağı ise başta da belirttiğim gibi merhamettir. İnsanlar ister dinsel öğretiler ya da liberal ahlakla olsun , ister Marksist kültürle olsun hep bir merhametliliğe öykündürülmektedirler. Burada bir atasözü çok uygun düşmektedir. “Ayı yavrusunu severken boğarmış” işte konunun özü burada yatmaktadır. Artık efendiler çok daha merhametlidirler ve tam da bu yüzden köleler tarihlerindeki en büyük zulümle karşı karşıyadırlar. Efendi sırf merhametinden, kölesinin çektiği zulmü görmek istememektedir. Kendisinden uzak olduğu durumda, yani az ötede (çok da değil)  yaşadığı bütün işkenceler onun hayatının dışında kalacaktır. Güney Amerika'dan gelmiş o mis kokulu kahvesini, tam da estetik anlayışına göre ışıklandırılmış caddeyi seyrederken içmek istemektedir ve o anda caddede, soğuktan titrerken vitrinleri seyreden bir çocuk görmeye tahammül edememektedir. İşte modern efendinin merhameti burada yatmaktadır. Bu edimin altında, elbette ki birden fazla duygu birlikte hareket etmektedir, mesela korku. Zaten merhametin asıl kaynağı da korku değil midir ?

Modernizmin  daha hazırlık aşamasında (pre-modernizm) yazılan Goethe’nin Faust’unda bu mekanizma çok güzel bir şekilde hikayelendirilmiştir. Kahramanımız Faust muhteşem bir liman kent kurmaktadır. Liman kent kurulurken işçiler acımasızca çalıştırılmaktadır. Acaba Stalin Petersburg’a inşa ettiği limanın  yapımı sırasında ölen yüz binleri hangi duyguyla seyrediyordu dersiniz? İşte Faust’da en az dönemin sosyalistleri kadar heyecan duyuyordu bu yapıttan. Gelgelelim simgesel noktaya. Bu limanın kurulu olduğu bölgede ilk çağ cennetinden çıkmış izlenimi veren yaşlı bir çift yaşamaktadır ve Faust buna tahammül edememektedir. Görünümde sadece çalışma edimine verdiği anlamdan dolayı onların toprağını istemektedir. Hatta şöyle der “Özgürlüğü ve yaşamı, her gün onu yeniden kazanmaya çalışanlar hakeder”. Belki de çevresinde, güçsüz, tembel  ama mutlu insanlar görmeye tahammülünün kalmamasıdır sebep. Eğer bir insanın, güçsüz ama mutlu olduğu doğruysa, neden ruhunu şeytana sattığını sorgulaması gerekmeyecek miydi?  Adamlarına bu çiftin nasıl olursa olsun oradan uzaklaştırılmasını ve başka bir yere nakledilmesini ister, ancak nasıl yapacaklarını bilmek istemez. Hikayenin sonunda Faust’un istediği olur elbet, o arazi artık onundur, yaşlı çift ise kendilerini ziyarete gelen iyi yürekli bir gezginle birlikte öldürülmüştür. İşte bu, tam da bizim modern efendilerimize göre bir yaklaşımdır. İnsanlar onların yaşam kalitelerini korumak adına, köle olarak hayatlarına devam etmeliler, bunu bilirler, ancak nasıl çileler çekeceklerini bilmek istemezler. O temiz erdemli yürekleri bu bilgiyi kaldıramamaktadır, hepsi en az ruhunu şeytana satan Faust kadar merhametlidirler çünkü. Dahası da var, büyük usta bu iki yaşlı insana Ovid’den isimler vermiştir;  Philemon ve Baucis. Bu isimler çok önemlidir, çünkü hikayeye göre Frigya'nın tek dindar çifti olan bu iki iyi yürek, Jüpiter ve Merkür tanrılarını misafir ettikleri için şehri vuran felaketten etkilenmemiştirler. Ancak Nietzsche’nin de dediği gibi modern çağda “Tanrı ölmüştür ” ve bu ihtiyarlar nasıl olurda duymamıştır bunu halen daha ormanlarında. Tanrı öldü metaforunun belki de kaynağı bu hikayedir kim bilir. Modern çağda artık dinler tanrısızdır ve sadece amaca yönelik birer devinimdirler.  

Sözün özü şehir köleleri artık istemiyordur ve teknoloji de onların KUSULMASINA hizmet etmekte oldukça isteklidir. Yoksa neden otobüs icat edilsin ki? Siz hiç otobüsü üreten mühendisin ve onun bu muhteşem eserinin hayata geçirmesini destekleyen insanların, test sürüşleri dışında toplu taşıma kullandığını düşünüyor musunuz ?  Kentsel dönüşüm kelimenin tam anlamıyla budur. Ama siz kentsoylular bir korku daha olmalı içinizde, unutmayın ki o varoşlarda korunaklı, devasa siteler de inşa ediliyor. Kim için dersiniz ? 
Resmin diğer tarafında, bu muhteşem kentsel dönüşümü, davul ve zurnayla karşılayan KUSMUK parçalarında ise durum çok daha farklı yansımaktadır. Bu insanların perspektifleri yoktur. Bakışları, mefhumları, herhangi bir noktadan çıkışla algılama üzerine kurulu değildir, nesneler,kavramlar ve olaylar tek boyutludur ve yorumlanamazlar. Bu insanlar, kendilerine verilenden öte bir algı gücüne sahip değildirler, olmak da istemezler zaten. Bu durumun kapasite ile ya da başka herhangi bir doğuştan gelen özellikle ilgisi yoktur. Direkt olarak öğretilmişlik, kaçış ve içgüdülerin tatmini üzerine kurulmuştur yaşamları (Varlıkları).

Modern köle bu kahredici yolculuğuna tahammül edebilmektedir çünkü aslında köle değildir, o da bir efendidir kendince, ancak belki biraz daha merhametsizdir. Modernizm öncesi dönemde, köleler transferleri sırasında, köle olduklarını bilirler ve bu şekilde davranırlar ve bu şekilde hissederler ve işte tam da bu yüzden her daim isyan potansiyeli taşımaktadırlar. Ancak modern kölelerimiz bu bilgiden yoksundur, onlara bu hissiyat unutturulmuştur dahası. O pis, insansı, güçlülük güdülerini tatmin edebilmeleri için, onlara otobüs şoförünü paylama hakkı verilmiştir, su satan acizi aşağılayabilmektedirler ve tinercileri ve akli dengesi bozuk insanları ve yaşlıları ve çocukları, kestirmeden söylemek gerekirse, hayvanlara yakışır şekilde kendilerinden aşağı gördükleri her varlığa kötü davranma hakları verilmiştir onlara.Bir gün, o da belki gerçekten efendi olacaktır, belki de çocuğu, bu hakkı da bakidir bir yandan. Bu ona tahammül etmeden ziyade adapte olma gücü vermektedir. Belki de sadece bu hakka kavuşacağı günü düşünerek düzenin devamlılığını korumalıdır.
Köle erkeklerine , kadınlarını köle etme hakkı da verilmiştir. Ancak bu hak efendileri tarafından verilmemiştir elbet. İngiltere Kralı nasılsa krallık hakkını, yasalardan değil de Tanrı’dan alıyorsa, bu çakma efendiler de kadınlarına zulmetme hakkını dinlerinden ve törelerinden almaktadırlar. Sonunda efendilik havucu verilmemiş tek grup olan köle kadını kalıyor geriye, susturulması gereken , avutulması gereken , oyalanması ve asla isyan etmemesi gereken zincirin en son ve en önemli halkası. Ona da bol çocuk (ki bu sadece avutmak için değil efendilere yeni köle yetiştirmesi içindir de)  ve sınırsız din-ahlak(Buradaki ahlak kelimesi kesinlikle bireysel etik ile karıştırılmamalıdır,daha ziyade bacak arası ahlakı)  verilmektedir. Aklınca o da kocalarının efendilerinin eşlerini (bu yoldan çıkışla aslında kocalarının efendilerini), ahlaksızlıkları ve dinsizliklerinden dolayı aşağılayabilmektedir. Din ve ahlaktan hamura dönmüş ruhlarına bu öğreti yetmektedir de artmaktadır bile. Bu noktada zincir tamamlanmıştır ve herkes birilerini aşağılamış, o pis insansı tatmin duygusuna erişmiştir.

Modern toplumun en güzel hilesi köle efendi ayrımını, iki kutuplu bir mıknatıstan, çok değişkenli bir piramide çevirmiş olmasıdır. Bu da kurumsallaşan insansı hakimiyet gücünün, şimdilik vardığı son noktadır. Bir filmde vardı, sanırım Olağan Şüpheliler. “Şeytanın yaptığı en büyük kurnazlık, insanları olmadığına inandırmasıdır” diyordu. Sanırım modernizmdeki köle efendi ayrımını da bu söz gayet güzel açıklamaktadır.

Ve en sevdiğim nokta “zincir metaforu”, siz köpeğinizi tasmayla mı gezdirmek istersiniz ? yoksa tasmasını çıkartmanıza rağmen sizin her sözünüze itaat ederek ve sadece siz istediğinizde kıçınızda dolaşmasını mı ?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder